Çanakkale Savaşları

Dtkn
Çırak
Amiral de Robeck'in harekat sonrası hazırladığı rapor, mayın taram gücünün yeniden yapılanmasını takiben üç ya da dört gün içinde harekatın yenilenmesi yönündeydi. Yaveri Roger Keyes idaresinde, sivil personel savaş gemilerinden kurtarılan gönüllülerle değiştirildi ve sekiz muhribe mayın tarama ekipmanı yerleştirilmesi işlemine başlandı. Savaş Hükümeti bu çabaları onayladı, çünkü Alman telsiz konuşmalarında kalelerdeki mühimmatın ciddi şekilde azaldığı bilgisini almışlardı. Amiral John Fisher iki ilave savaş gemisini bölgeye takviye kuvvet olarak gönderdi ve de Robeck’e "Kalelerin onarılmasına imkan tanımamak ve düşmanın harekatın iptal edildiğini düşünmemesi önemlidir. " mesajını iletti.

23 Mart’ta Amiral de Robeck harekat planını tamamıyla tersine çevirdi. Karacı komutanlarla bir görüşmenin ardından, de Robeck Denzi gücü boğazı geçmeye çalışmadan önce Kara ordusunun kaleleri ele geçireceği bir ortak harekata karar verdi. Lord Fisher popüler olan komutanlarla zıtlaşmamak için kararının değiştirdi. Başbakan Asquith, Lord Kitchener ve Churchill bile hükümete de Robeck’e saldırıyı yenilemesini emretmesini sağlayamadı. Bu karar da Gelibolu savaşları olarak bilinen faciaya yol açtı.

Çanakkale’yi savunan Türk ve Alman kuvvetleri zamanın profesyonel subaylarınca gerekli sayılabilecek kaynaklardan yoksundular. Türkiye’deki Alman Misyonu başkanı Şubat 1915’te Türk Genelkurmayı’nın Boğazlara bir saldırı olacağına inandığını bildirmekteydi. 18 Mart yaklaştıkça Türk ve Almanların çoğunluğu Entente (İngiltere ve Fransa)’in Boğazları sadece deniz yoluyla zorlayacağına inanıyordu. Bir Alman gazeteci 18 Mart harekatından hemen sonra takip eden harekatların düzenlenmemesinin Türk ve Alman savunmacıları çok şaşırttığını bildiriyordu. "Filonun kazanacağını zannediyorlardı, kendilerinin ise fazla dayanamayacağını"

Mayın tarlaları korunmaktaydı. Çanakkale’deki Türk ve Alman savunmacıların etkinliği kritik faktörlerden oluşmaktaydı, beton ve önemsiz tahkimatları ve kuvvetlerinin azlığı. İlaveten güçler dengesizdi ve savunmacıların yetersiz kaynakları vardı, savunmanın başarısındaki etkenler doktrin, liderlik, savaş azmi ve azimdi. Türklerin imkanlarındaki yetersizlik sebebiyle mayın tarlaları Çanakkale savunmasında Alman taktik doktrininde baş element olmuştu. İngiliz donanmasının Kasım 1914’te dış kaleleri bombalaması Türk ve Almanların kafalarındaki daha içerideki savunmanın arttırılması ve özellikle mayın hatlarının korunmasının hayatiyeti düşüncesini doğrulamış oldu. 21 adet büyük çaplı sabit topa ilaveten 44 mayın tarlası Çanakkale Boğazı’nı korumaktaydı. Hareketli bataryalar ise arama ışıkları yardımıyla önceden belirlenmiş alanları mayın tarama trollerine karşı bombalamaktaydı. İngilizlerin isabetli karşı atış yapmalarını engellemek için bataryalar geceleri sahile getiriliyor, gündoğumuyla içerilere çekiliyordu. 3 Mart’tan itibaren savunucular İngilizlerin kafasını daha da karıştırmak için çoğunlukla eski su borularından oluşan sahte bataryalar yerleştirmeye başladılar. Savunucular hedef belirlemeyi zorlaştırmak için bataryaları siyaha ve çapraz desenli boyalı kamuflajladı ve toprak setler yaparak sahte tesisler inşa etti. Almanya’dan yeni mayın tedariği imkansız olduğundan, Türk sanayisince de üretilemediğinden savunucular ilave mayınları İstanbul Boğazı açıklarına Rusların döktüğü yüzer mayınları toplayarak mayın hatlarını takviye ediyorlardı. Mayın tarayıcılar düzenli olarak geziyorlar ve İngilizlerin topladığı mayınların yerini Ruslardan ele geçenlerle dolduruyorlardı.

Savunmacıların güçlü tarafları Amiral de Robeck’i çok etkilemişti. Görevden ayrılma belgesinde “ Sanırım, Türkler kolay vazgeçmeyeceklerdi, sonuna kadar savaşacaklardı (18 Mart’taki direnişten sonra)” demiştir. Kalelerdeki mühimmatın azaldığı yolundaki İngiliz istihbaratının bilgilerinin aksine hareketli bataryalardan açılan ateşin gücü de Robeck’i çok şaşırtmıştı. Savunmanın kalitesi onun Gelibolu Yarımadasını ele geçirmeyi hedefleyen kara harekatına karar vermesine yol açmıştı. Amiralliğe çektiği bir telgrafta kararını sabit ve hareketli topların çok az bir kısmının imha edilmiş olmasının ve mayınların beklenenden daha çok hasara yol açmasının kararını etkilediğini açıklamıştır. Çanakkale Boğazı’ndaki Türk ve Alman savunması eldeki imkanların kararlı bir yönetimle bir kıyı harekatını durdurabileceğini göstermiştir.

Mayın tarama harekatındaki başarısızlık stratejik bir etkiye yol açmıştır. İngiliz donanmasının başarısızlığı İngiliz ordusunun Gelibolu’da bir harekata girişmesine yol açmıştır. Ordu ise kendi sırası geldiğinde iki başarısız çıkarma harekatı ile harekatı uzun bir çıkmaza oturtmuştur. Ocak 1916’da İngiliz, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı birlikler çekilirken 200 binden fazla kayıp geride bırakmışlardır. Türk savunucular ise 250 binden fazla kayıp vermişler ancak “Gelibolu Kurtarıcı” olarak adlandırdıkları ve 1922’de Türk Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olacak Mustafa Kemal’i bulmuşlardır. İlaveten Türk ve Alman kuvvetlerinin Gelibolu Yarımadası’nın savunmasındaki başarısı Bulgaristan’ın Merkez Devletlere katılmasını sağlamıştır. 1916’da bir Alman ve Bulgar ordusu Romanya’yı yenerek tüm Balkan devletlerinin kontrolünün Merkez Devletlere geçmesini sağlamıştır.

Almanya’da Denizcilik Bakanı Amiral Tirpitz 8 Ağustos 1915’te şöyle uyarmaktaydı; “Çanakkale Boğazı’nı kaybetseydik savaş kesinlikle bizim aleyhimize biterdi”. General Erich von Ludendorff sonraları hatıralarında şöyle diyecekti; “Boğazları alarak Karadeniz’e açılabilseydi, Rusya ihtiyacı olan savaş malzemelerine ulaşabilecekti. Doğu’daki savaş çok ciddi bir duruma gelecekti. Bu durum Boğazların ve dolayısıyla Türkiye’nin Doğu Cephesi ve tüm genel durum için önemini açıkça ortaya koymaktadır.

Amiral de Robeck harekatın ilk dönemlerinde kesinlikle fiziksel cesaret göstermişti; 18 Mart’tan sonra, moral çöküntüden rahatsızlık duyar görünümdeydi. De Robeck, Türklerin mühimmattaki ciddi sıkıntısına rağmen “Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’ya Müttefiklerin güç ve dayanıklılığını gösterme gerekliliği için” deniz harekatını durdurmayı seçti. Bunda kendi komuta hatası yüzünden mayınlarca gemilerinin hasara uğramış olmasının yansımasını görebiliriz.
 
Dtkn
Çırak
Çanakkale Savaşı, İtilaf Devletleri tarafından; Çarlık Rusya'sının yıkılmasına engel olmak, Boğazların hakimiyetini ele geçirmek ve Osmanlı Devleti'ni savaş dışı bırakmak amacıyla açılmıştır. İtilaf Devletleri'nin kolay ve parlak zafer ümitleriyle Türk direnişinin çok zayıf olacağı ihtimaliyle açılan bu cephe Türk kahramanlığının, fedakârlığının ve azminin ne kadar güçlü olduğunu tüm dünyaya göstererek tüm ümitleri kırmıştır.
Çanakkale Savaşı, bizim için Birinci Dünya Savaşı'nın zaferle sonuçlanan bir cephesidir. Her ne kadar Doğu Cephesi'nde Ruslara karşı bazı başarılar elde ettiysek de, Çanakkale Savaşı'nın yeri ve önemi başkadır. Çünkü Çanakkale Savaşı, düşmanın üstün silâhlarına karşı kanımızı canımızı ortaya koyarak kazandığımız bir savaştır.

Türk tarihinin hatta dünya tarihinin dönüm noktası olan Çanakkale Savaşı, sona erdikten sonra da önemini yitirmemiş ve 1916 yılında Londra'da Çanakkale Harekâtını araştırmak üzere Gelibolu Harekatı Araştırma Komisyonu kurulmuştur. Savaşa bizzat katılanların şahit olarak dinlendiği bu komisyon, 1917 yılının sonuna kadar yaptığı çalışmalarla raporunu hazırlamıştır. Kurulun verdiği rapor, her şeyi ortaya koymaktadır:

"�daha başlangıçtan beri teşebbüsün başarısızlık şansı, başarı şansından ağır basmaktadır�"

Kurul görüldüğü gibi yaptığı çalışmalar sonucunda harekâtın bir hata olduğunu kabul etmiş; yenilginin sebebinin Türk Kuvvetlerinin şansı olması değil, yiğitçe çarpışması ve zafere ulaşması olduğunu bizzat kabul etmiştir. Biz Harbiyeliler olarak Çanakkale Savaşı'nda çarpışan ve bize bugünleri yaşamamızı sağlayan aziz şehitlerimizi, kahraman gazilerimizi şükranla ve derin saygıyla anıyor, vatanseverlikleriyle ve kahramanlıklarıyla bizlere birer örnek teşkil ettiklerini belirtmek istiyoruz.


 
- Yönetici düzenlemesi: :
Dtkn
Çırak
Bir efsaneydi Çanakkale

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa ikiye bölünmüştü. Almanya’nın öncülüğünde buluşan Avusturya—Macaristan, İtalya —daha sonra saf değiştirmişti—,
Bulgaristan ‘İttifak Devletleri’ni meydana getirmişlerdi. Bu ittifaka daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun da katılmasına karşılık, Fransa, İngiltere, Rusya —daha sonra ise Amerika, Japonya, Belçika, Romanya, Sırbistan, Yunanistan ve ve Karadağ— ‘İtilaf Devletleri’ni oluşturmuşlardı.

Almanya’nın teknolojide gün geçtikçe ilerlemesi, bölgedeki etkinliğinin artması bu ülkeleri endişelendiriyordu. Bir Sırp gencinin Avusturya—Macaristan veliahtı Ferdinand’ı Saraybosna’da vurarak öldürmesi bardağı taşıran son damla olmuştu.

Rusya Sırbistan’ı korumak maksadıyla Avusturya—Macaristan İmparatorluğu’na saldırdı. Almanya derhal Avusturya—Macaristan tarafından savaşa katılarak Rusya’ya saldırmakta gecikmedi. Nihayet Fransa ve İngiltere müttefikleri Rusya’ya yardım etmek için savaşa girdiler. Böylece o zamana kadar yaşanan bütün savaşların en büyüğü, en korkuncu, en uzunu ve en geniş çaplısı başlamış oldu. İtilaf Devletleri’nin saflarında toplam 42 milyon 700 bin, İttifak Devletleri’nin saflarında ise toplam 22 milyon 900 bin asker savaşıyordu. Bu savaş sonunda her iki taraf toplam 9 milyon 323 bin ölü, 38 milyon 481 bin yaralı vermişti.

Osmanlı savaşa nasıl girdi?

İttihat ve Terakki’nin güçlü önderlerinden Enver Paşa, henüz 33 yaşında bir gençken Saraya damat olmuştu. 3 Ocak 1914’te birdenbire paşalığa yükseltildi, Harbiye Nazırlığı’na getirildi ve Başkomutan vekili oldu. Enver Paşa’nın aşırı denebilecek vatanseverliği ve cesaretine tecrübesizliği de eklenirse bu tür durumlarda reaksiyoner politikalar üretmesi son derece doğaldı.

Karada ve denizde cehennemî savaş sürerken, İngiliz donanmasının sıkıştırdığı iki Alman gemisi “Goeben” ve Breslau” Çanakkale Boğazını geçerek Osmanlı’ya sığındı. Ne padişahın, ne diğer bakanların, ne de Meclisin haberdar olmadığı bu olaydan, Sadrazam Halim Paşa da habersizdi kuşkusuz.

10 Ağustos 1914 gecesiydi ve Bakanlar Kurulu, Başbakan Said Halim Paşa’nın yalısında toplanmıştı. Harbiye Nazırı Enver Paşa toplantıya biraz geç kalmıştı ve içeri girer girmez de gülümseyerek şöyle demişti:

“Bir oğlumuz dünyaya geldi”

Enver Paşa oldukça rahat ve kendinden emin bir şekilde iki Alman gemisinin İngiliz donanması tarafından takip edildiğini, kurtulmak için Boğaz’ı geçtiklerini, buna da kendisinin izin verdiğini söylüyordu.

İtilaf Devletleri ise Osmanlı İmparatorluğu’na bir ültimatom vererek Alman gemilerini bırakmasını, aksi takdirde bunun savaş sebebi sayılacağını bildirmekte gecikmediler. İttihat Terakki Hükümetinin gemilerin Almanya’dan satın alındığını belirterek, gemilere Türk bayrağını çekmesinin ardından Rus şehirlerini bombalatması bardağı taşıran son damla olmuştu. Osmanlı artık I. Dünya Savaşı’nın tam ortasındaydı.

Rus donanması 17 Kasım 1914 günü Trabzon’u bombaladı. İngiliz, Fransız ve İtalyan donanmaları Çanakkale Boğazı’na çoktan dayanmıştı.

Çanakkale geçilmez!

İtilaf Devletleri Çanakkale Boğazı’nı aşarak İstanbul’u da kolayca ele geçireceklerini düşünüyorlardı. Böylelikle Akdeniz—Karadeniz yolu İngiltere—Fransa ve Rusya’nın denetimine girecek, başkenti İstanbul’u yitiren Osmanlı Devleti de oyun dışı kalmış olacaktı.

İngiliz—Fransız donanması Osmanlı Devleti ile savaşa girdikleri Ağustos 1914’ten başlayarak Çanakkale Boğazı’na giriş—çıkışı denetimleri altına almışlardı. Kasım—Aralık 1914’te Boğazı savunan Türk tabyalarına karşı bir kaç saldırı düzenlediler. Ama asıl deniz harekatı 19 Şubat 1915’te başlamıştı. 40 gemiden oluşan İngiliz—Fransız filosunun saldırısını Türk topçuları Boğazın iki yakasından açtıkları şiddetli ateşle geri püskürttüler. 25 Şubat 1915’teki ikinci büyük saldırıda Boğazı savunan dış tabyaları susturmayı başardılarsa da iç tabyaların direnmesi karşısında Boğaza girmeyi başaramadılar. Bu durum karşısında ellerindeki bütün güçleri toplayarak kesin sonuç almak için bir harekat düzenlemeye karar verdiler. Böylesi bir gelişmeyi bekleyen Türkler de Boğazın iki yakasındaki savunma güçlerini artırdılar. Boğazın sularına da çok miktarda mayın döktüler. 18 Mart 1915 günü başlayan büyük saldırının başlangıcında İngiliz ve Fransız donanmasından dört zırhlı mayınlara çarptı. Bunlardan ikisi batmış, ikisi de hareketsiz kalmıştı. Bu gelişmeler üzerine geri çekilmeye çalışan iki Fransız zırhlısı da mayına çarparak ağır yara aldı. Uzun hazırlıklar sonunda giriştikleri saldırının daha ilk gününde böylesi bir yenilgiye uğrayınca İngiliz—Fransız filosu Çanakkale Boğazı’ndan ayrılmak zorunda kaldı.

Bu olayın Deniz Harp tarihindeki yeri inkar edilemeyecek kadar büyüktür. Bu yüzden Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın hemen hemen bütün birliklerinde her 18 Mart bütün heyecanı ve coşkunluğuyla yeniden yaşanır, yeniden yaşatılır. Marşlar, kahramanlık türküleri söylenir. Bir esenliktir 18 Mart, zaferin efsanevî çığlığını hatırlatır.


Aydoğan Vatandaş - Aksiyon Dergisi Sayı: 171


--------------------------------------------------------------------------------

10 BiN KAYIP ASKER

Fiilen 3 Kasım 1914'te başlayan Çanakkale Savaşları 9 Ocak 1916 tarihinde İtilaf Devletleri'nin çekilmesiyle sona erdi. Çanakkale'de ortaya çıkan rakamlar savaşın ne kadar şiddetli geçtiğini anlatmaya yetiyor. Yaklaşık bir yıl süren çarpışmalar sonucunda İtilaf Devletleri 252 bin kayıp verirken, Osmanlı Devleti ise 251 bin şehit verdi.

3 Kasım 1914'te Seddülbahir Kalesi'ndeki cephaneliğe yapılan saldırıda 5 subay 83 er şehit oldu. Bunlara "ilk şehitler" deniyor.

Rumeli Mecidiyesi'nde görev yapan Topçu er Seyit 275 kilo 600 gram ağırlığındaki top mermisini tek başına kaldırıp namluya sürerek ateş etti; Queen Elizabeth mayın gemisi sulara gömüldü.

19 Mayıs 1915'te cepheye katılan 100 kadar İstanbul Tıp Fakültesi öğrencisi 3 saat içinde şehit düştü. İstanbul Tıp Fakültesi 1921 yılına kadar hiç mezun veremedi.
Karşılıklı siperlerin en yakın mesafesi 5 metre olduğu halde çatışmalar sürdü.

Savaşta 60 İngiliz uçağına karşılık 22 Türk uçağı bulunuyordu.

İngilizler 205 bin, Fransızlar 47 bin kayıp verirken İtilaf Devletleri'nin toplam kaybı 252 bin olarak tespit edildi.

İngiltere (sömürge askerleri dahil) savaşa 469 bin askerle katıldı.

O gün için 700 bin Türk askeri bulunuyordu.

Osmanlı Devleti toplam 251 bin şehir verdi. 10 bin askerimiz kayıp.

Savaşta 57. Alay'ın bütün mensupları şehit düştü. Bir daha 57. Alay kurulmadı. Bu Alay'ın sancağı halen Avustralya Savaş Müzesi'nde sergilenmektedir.

25 şehitle Kastamonu'nun Güzlük köyü en fazla kayıp veren köy olarak kayıtlara geçti.

En çok şehit veren ilk beş ilin sıralaması ise şöyle: Bursa 3274; Balıkesir 3003; Konya 2683; Kastamonu 2527; Denizli 2258.

İstanbul 1908 şehit verirken bu savaşla birlikte adı tarihe geçen Çanakkale ise 1876 şehit verdi. Tabii burada diğer illerden alınan askerlerin Çanakkale dışındaki cephelere gönderilmesi gerçeği de göz ardı edilmemeli.

Savaş sırasında Saroz Körfezi'ne 300 kadar Yunan asker çıkarıldı ancak bunlar korktukları gerekçesiyle tekrar geri gönderildi.

İtilaf Devletleri safında 600 kişiden oluşan Siyon Katırcılar Birliği de savaşa katıldı.
 
Dtkn
Çırak
--------------------------------------------------------------------------------

Çanakkale’de esir düşen askerler: Osmanlı bize çok iyi davrandı

18 Mart’ın yıldönümününde ortaya çıkartılan Osmanlı belgeleri en önemli tarihî dönemeçlerden biri sayılan Çanakkale Savaşları’na ilişkin yeni ayrıntıların gün yüzüne çıkmasını sağladı. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Çanakkale Muharebeleri’ne ait şimdiye kadar yayınlanmamış belgeleri bir araya getirdi.

Çanakkale Savaşları’nın 90. yıldönümü çerçevesinde hazırlanan, ‘Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri’ adı verilen kitap iki ciltten oluşuyor. Kitapta tarihe ışık tutacak 300’e yakın belge var. Osmanlı belgelerinde ortaya çıkan en dikkat çekici olaylardan birisi İngilizlerin öncülüğündeki müttefik kuvvetlerin sivillerin bulunduğu alanlara ve hastanelere ateş açılması emrini vermesi. Osmanlı komutanlarının yazışmalarında ayrıca İngilizlerin boğucu gaz kullandığından şikayetçi olunuyor ve bunun uluslararası savaş kurallarına uygun olmadığına dair uyarılarda bulunulduğu görülüyor. Devlet Arşivleri Genel Müdürü Doç. Dr. Yusuf Sarınay, Çanakkale’nin dünyadaki en önemli tarihî dönemeçlerden biri olduğunu belirtti. Osmanlı arşivlerinden derlenerek hazırlanan belgelerde ‘Hariciye Nezareti’nden Ordu-yu Hümayun Başkumandanlığı Vekalet-i Celilesi’ne denilerek yazılan belgede, İngilizlerin hastane ve hastane gemilerini bombaladıklarına dikkat çekiliyor. Bunun savaş kurallarına aykırı olduğunun altı çizilirken, saldırının devam etmesi halinde sivil ve asker İngiliz esirlerine misillemede bulunulacağı uyarısı yapılıyor. Aynı yerden gönderilen bir sonraki belgede ise müttefik uçaklarının Hilal-i Ahmer işaretleri olan Akbaş Tekkesi hastane çadırlarını bombaladıkları bildiriliyor. Yazının devamında ise müttefik denizaltılarının Marmara havzasında yolcu gemilerine saldırmaktan çekinmediklerinden şikayetçi olunuyor.

Karargah Umumi İstihbarat Şubesi Müdürü imzası taşıyan bir başka belge ise oldukça ürkütücü. Müttefik kuvvetlerinin boğucu gaz yayan mermiler kullandıkları ifade ediliyor ve müttefik uçaklarınca Seddülbahir’deki Halilpaşa Hastanesi’nin bombalandığı anlatılıyor. Ayı ve domuz avı için üretilen domdom kurşununu bile müttefik askerlerinin kullanmaktan çekinmedikleri yine Osmanlı belgelerinde dile getirilen konular arasında. Söz konusu tespiti içeren belgede Tekirdağ Hastanesi’ne yatırılmış bir askerin bacağından çıkartılmış olan domdom kurşununun fotoğrafları da yer alıyor.

Belgelerde müttefik kuvvetlerinin acımasızlığına karşın Osmanlı’nın esirlere ne kadar iyi muamele ettiği de esir düşen askerlerin ifadelerinden yola çıkılarak anlatılıyor. Osmanlı kuvvetleri tarafından batırılan AE-2 denizaltısının esir düşen kaptanı Yüzbaşı Staker, Malta’daki bir dostuna gönderdiği mektupta, durumunun iyi olduğunu ve kendisine çok güzel muamelede bulunulduğunu vurguluyor. Yüzbaşının mektupta dile getirdiği, “Rahatım pek yerinde, ummadığımız derecede iyi muamele görmekteyiz.” ifadeleri, Osmanlı’nın esirlere olan tavrı konusunda fikir veriyor. Osmanlı belgelerinden anlaşıldığı üzere Çanakkale’deki zafer, Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelerde sevinçle karşılanmış. Bunun en ilginç örneklerinden biri bugünkü Endonezya’nın başkentinin bulunduğu Jakarta’da görülüyor. Buradaki Müslümanlar mutluluklarını camilerden dile getirmiş. Cuma hutbelerinde Osmanlı paşasına ‘gazi’ unvanı verildiği ilan edilmiş.
 
Dtkn
Çırak
ÇANAKKALE



BU YAZI, ÇANAKKALE SAVAŞLARI'NIN NE TARİHÇESİ NE DE ÖYKÜSÜDÜR ....
SADECE ÇANAKKALE DESTANI'NIN SAYFALARINDAN BİRKAÇ ÇİZGİDİR ...


Çanakkale Zaferi, hiç şüphe yok ki, milletimize çok ağıra maloldu. Hemem hemen her Türk Ailesi, Çanakkale'de bir ferdinin kanını akıtarak, bu zaferde pay sahibi olmuştur. Çanakkale Savaşı, demir ve çeliğin, insan gücünü ve cesaretini yenemeyeceğini ve vatan sevgisini öldüremeyeceğini, yıldıramayacağını bütün dünyaya isbat etmiştir. Bu savaş, milletçe uyanışımızın gerçek başlangıcı olmuştur. Mustafa Kemal Arıburnun'dan, Anafartalar'dan, Kocaçimen'in şahekasından bir güneş gibi doğmuştu. Vatanını her türlü tehlikeye karşı dehası ile, cesareti ile, sonsuz sevgisi ile O'nun koruyacağına ordu mensupları inanmış ve millet, safları da öğrenmeye başlamıştı. Çanakkale'de bol bol feda edilen Türk kanı, Türk istiklâlinin ve Cumhuriyeti'nin harcına karışmıştı.
Şehitlerimizin ve gazilerimizin aziz hatırları önünde şükranla eğilelim.

RUHLARINIZ ŞÂD OLSUN!

* Atatürk, 18 Mart Çanakkale Savaşı'nı Anlatıyor
* Mehmetçiğin Çanakkale Savaşı'nı Kazandıran Yüksek Karakteri
* Mustafa Kemal'in Yüce Milletimize Bağışlandığı An
* Atatürk'ün 1934 Yılında Dünya Ülkelerine ve İnsanına Hitaben
Yazdığı, Anıtlaşan Altın Sözleri
* Mehmetçiğe Derin Saygı
* Anzaklar'ın Türkler Hakkındaki Görüşleri
* 57. Alay ve İlginç Bir Olay
* Çanakkale'de Şehit Olan Bir Mehmetçiğin Son Mektubu - 1 -
* Çanakkale'de Şehit Olan Bir Mehmetçiğin Son Mektubu - 2 -
* Yahya Çavuş Şehitliği ( Anıt Yazısı )
* Kemalyeri Yazıtı

* Çanakkale Şehitlerine (M.Akif Ersoy)
* Bir Yolcuya (Necmettin Halil Onan)
* Birlik (M.Akif Ersoy)
* Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor (Arif Nihat Asya)



"Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hâkim olabilir"

25 Nisan 1915 / Conkbayırı / Mustafa Kemal



--------------------------------------------------------------------------------
"Benimle beraber burada muharebe eden askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepnize hatırlatırım."
3 Mayıs 1915 / Arıburnu / Mustafa Kemal


--------------------------------------------------------------------------------

"İngiltere Harbiye Bakanlığına,

Niçin geriye çekildiğimizi soruyorsunuz, bütün gerçeği tüm açıklığı ile size bildirmek isterim. Çok cesur muharebe eden, en iyi sevk ve idare edilen asil Türk Ordusunun ve Albay Mustafa Kemal gibi dahi bir komutanın karşısında bulunuyoruz. Bunu hiçbir zaman unutmayalım."

General Hamilton
Çanakkale İngiliz Başkomutanı
17 Ağustos 1915


--------------------------------------------------------------------------------
 
Dtkn
Çırak
Gelibolu Savaşı

ON ÜÇÜNCÜ BOLÜM


--------------------------------------------------------------------------------

Doğu Cepheleri

İNGİLİZLERİN Çanakkale'deki yenilgisi, geçici de olsa, Türklerin iç güçlerini yükseltti. Yakın tarihlerde ilk olarak, bir Avrupa devletine karşı zafer kazanmışlardı. Gerçi böylelikle yabancı baskısının kalkacağına ve İmparatorluğun kendini toparlayıp yeniden dirilebileceğine inanan pek azdı. Ama ne de olsa kötümser ve karanlık ufkun üstünde bir umut ışığı belirmişti. Eski Türk ruhu hâlâ ayaktaydı demek! Milletin şanlı geçmişindeki nitelikler, azim, cesaret ve gurur, Gelibolu sırtlarında bir kez daha kendini göstermişti.

Türkler kahramanlık peşinde koşan bir ırktır; şimdi ortaya onları kurtaracak yeni bir kahraman çıkmıştı. Gerçi, Mustafa Kemal, İstanbul'a dönüsünde bir zafer alayı ile karşılanmış değildi. O zamana kadar pek kimsenin tanımadığı genç albayın başarılarına basında da çok yer verilmedi. Adı az anıldı, resmi az basıldı. Gelibolu savaşı üzerine bir gazeteye verdiği demecin yayınlanmasına da Enver Paşa engel oldu.

Bununla birlikte, ağızdan ağıza yayılan bütün efsaneler gibi onun da adı ve başarıları halk arasında duyulmaya başlamıştı. Korku nedir bilmeyen, ölüme şerbetli olduğu için vücuduna kurşun işlemeyen, başının üstünden İngiliz mermileri kuş gibi uçup giderken yaylım ateşleri arasında yürüyüp geçen Türk savaşçısı, masal gibi dillerde geziyordu. Özellikle artık Jön Türk yöneticilerinde aradıklarını bulamamış olan genç kuşağın seçkinleri için, iyiden iyiye bağlandıkları bir sembol olmuştu. Herkesin özleyip beklediği millî kahraman bu Mustafa Kemal miydi acaba?

Gerçi onun askerlik dehasına değer veren Enver Paşa'nın kendisinden 'yerime geçebilecek tek adam,' diye söz ettiği duyulmuştu. Ama, Enver Paşa bu işi çabuklaştırmak için ortada bir neden görmüyordu. Yüksek bir askeri rütbenin ve paşa unvanının sadece orduda değil, ordu dışında da itibar ve otorite demek olduğunu pek iyi biliyordu. Bunu Mustafa Kemal de biliyordu. Gelibolu'dayken albaylığa yükselmişti. Enver de onun şimdilik albay olarak kalmasını uygun buluyordu.

Böylece İstanbul'a dönüşünde Mustafa Kemal kendini yine eli kolu bağlı ve huzursuzluk içinde buldu. Sağlık durumu düzelinceye kadar annesiyle kızkardeşinin yanında, Selanik'ten kaçtıkları zaman onlara tutmuş olduğu Beşiktaş'taki evde kalıyordu. Ama buradaki kadınca hava sinirine dokunmaktaydı. Gerçi üvey babasının yeğeni olan Fikriye'nin gitgide olgunlaşan güzelliği, sıkıntısını az çok hafifletiyordu, ama ne de olsa artık kendi başına bir ev bulmanın zamanı gelmişti. Bu arada, daha olgun ve daha modern bir hava özlediği için yine Corinne Lütfü'nün arkadaşlığını aradı. Corinne'le bütün Gelibolu savaşı boyunca mektuplaşmış; Mustafa Kemal'in geleceğinin parlaklığına inanan Corinne, ona hep cesaret vermişti.

Bir akşam bir müzikli toplantıda Corinne, piyano başındayken, Mustafa Kemal'in gitmesi gerekti ve ayaklarının ucuna basarak sessizce odadan çıktı. Gittiğini farkeden Corinne, çaldığı parçanın yarısında duruverdi. Davetlilerden biri, bir Türk şairi, hastalandı sanarak telâşla yanına koştu. Fakat o, salondakilere dönerek, 'Ayaklarının ucuna basarak dışarı çıkan subayın kim olduğunu biliyor musunuz?' dedi. 'Mustafa Kemal. Bir gün büyük bir adam olacak ve sadece Türkiye'ye değil, bütün dünyaya ün salacak.'

Ne var ki, Mustafa Kemal'in birlikte çalıştığı insanlar pek böyle düşünmüyorlardı. Yine uluorta söylediği düşünceleri ve insanı şaşırtan hoyrat davranışlarıyla başlarına dert olmuştu. İçin için sabırsızlıkla kaynıyor ve kendini dinlemek sabrını gösteren eşe dosta, görüşlerini zorla kabul ettirmeye uğraşıyordu. Gelibolu zaferi gözlerini kamaştırmış değildi. Savaşın Türkleri felâkete sürüklediğini ve Alman askerî misyonunun işleri gitgide daha kötü yönettiğini açıkça görüyordu. Sadrazama, öne sürdüğü şeyleri belgelerle destekleyerek, ayrıntılı raporlar yazdı. Asker ve donatım boş yere harcanmaktaydı. Yanlış kararlar alınıyordu. Mustafa Kemal, Bahriye Nezaretindeki arkadaşı Rauf a yanıp yakınıyordu. Bütün suç Almanların elinde oyuncak olan Enver'deydi.

Almanlar, batıdaki çıkarları uğruna, Türkleri kazanamayacakları bir savaşta mahva sürüklemekteydiler. Enver Paşa da bütün bunlara göz yumuyor ses çıkarmıyordu. Ülkeye daha çok gerekli olan silahlarla donatılmış en iyi birlikler Almanların Doğu Avrupa'daki savaşlarına gönderiliyordu. Geriye kalan birlikler ya adı var, kendi yok cinstendi; ya da on altı, on yedi yaşındaki acemi erlerden kuruluydu. Bunlann eğitimi subayların bütün zamanını alıyor, başka işlerle uğraşmalarına engel oluyordu. Silah azdı; sekiz bin kişilik bir birliğe sadece bin tüfek düşüyordu. Alman subayları ise, Türkiye'nin kaynaklarının sonsuz ve askerî durumunun her zamandan daha iyi olduğunu söyleyerek, kendi başkomutanlıklarını kandırıyorlardı.

Mustafa Kemal görüşlerinden ve içine doğan felâket korkularından hükümeti haberdar etmek için Hariciye Nazırından bir randevu sağladı. Nazır, genel durumdan büyük bir iyimserlikle söz ediyordu. Mustafa Kemal tam aksi görüşü savundu ve savaşı yakından görmüş biri olarak kuşkularını anlattı. Sinirlenmeye başlayan Nazır, ona gerçek durum üzerinde Genelkurmay'dan bilgi edinmesini söyledi. Kemal, daha yüksek perdeden konuşarak, bütün ömrünü askerlik mesleğine vermiş bir insan olarak, Türk ordusunu ve bu ordunun değerini herkesten iyi bildiğini ileri sürdü. (Tabii bu, Nazır Beyden de, anlamına geliyordu.) Ortada bir tek Genelkurmay bulunduğunu, bunun da kendisini asidir diye ordudan attırmaya çalışmış olan Alman askeri misyonunki olduğunu sözlerine ekledi.

İstanbul'un havasından kaçmak için bir süre Sofya'ya gitti, oradaki eski dostlarıyla bir süre birlikte oldu. Akla uygun bir görev teklifiyle karşılaşacak olursa, kendi adına kabul etmesi için yaverine talimat bırakmıştı. Bir süre sonra, gene bir sürgün anlamına gelen bir atama haberi aldı. Bu, Gelibolu'dan çekildikten sonra Edirne'de dinlenmekte olan, fakat daha uzak bir cepheye gönderilmesi düşünülen On Altıncı Kolordunun komutanlığıydı. Mustafa Kemal, Gelibolu cephesinden yeni gelmiş olan bir piyade tümeninin başında Edirne'ye girdi ve son savaşta kazanmış olduğu ün yüzünden, halk tarafından sevgi gösterileriyle karşılandı. Bulgaristan'ın bir an önce savaşa girmesini aklına koymuştu ve Kral Ferdinand'ın kaçınılmaz olan bu adımı atmaktan çekindiğini gördükçe sabırsızlanıyordu. Edirne'ye gidişini fırsat bilerek Bulgaristanlı Türk milletvekillerinden bir heyeti bir denetleme gezisine çağırdı. Mustafa Kemal Edirne'de altı hafta kadar kaldı. On Altıncı Kolordu ile birlikte îkinci Ordu, Enver'in o felâketle biten ilk seferinin döküntülerini biraz olsun toparlamak için Rus cephesine gönderildi. Rus saldırısıyla geri püskürtülmüş olan Üçüncü Ordu'yu güçlendirecekler ve onunla birlikte 1916 yılının yazında bir karşı saldırıya geçeçeklerdi.

Mustafa Kemal, kendisine sorumluluğu ağır bir komuta verilmesin karşın, henüz albaylıktan generalliğe yükselmiş değildi. Bunda da, İttihati ve Terakki'nin eskilerinden olan ve Mustafa Kemal'in hareketlerini daima kuşkuyla izleyen Dr. Nazım'm biraz rolü vardı. Dr. Nazım, Gelibolu savaşından sonra Mustafa KemaPe 'Napolyonluk taslamaması' için uyarıda bulunmayı gerekli görmüştü. Mustafa Kemal de bir gün Şakir Zümre ve -daha önce Cavit için söylediği gibi- 'Böyle adamı asmak gerek.'(1) demışti. Dr. Nazım, Enver Paşa'ya, Kafkas cephesine gitmeye pek istekli görmediği Mustafa Kemal'in, ancak yola çıktıktan sonra terfi ettirilmesini salık vermişti. Terfi haberi, Mustafa Kemal oraya vardıktan birkaç hafta sonra geldi. Böylece, en sonunda paşa olabilmişti.
 
Dtkn
Çırak
Diyarbakır yakınlarında Silvan'da bulunan karargâhına ulaştıktan sonra Corinne'e şöyle yazacaktı:

İnsan uzun ve yorucu bir yolda, batıdan doğuya iki ay süren bir yolculuktan sonra bir an olsun dinlenmeye hak kazanır, derdiniz, değil mi? Ne gezer! Dinlenmek galiba ancak öldükten sonra nasip olacak. Ama, bu hayal rahata erişmek için bile olsa, sizin Bön Dieu'nüzün (Tanrı) cennetine gitmeye pek öyle kolay kolay razı olmayacağım.

Kitap okumayı elden bırakmadığını Corinne'e göstermek için olacak, bir Fransız askerlik tarihinden aldığı parçayı da ekledi ve mektubunu Chateaubriand'ın bir vecizesiyle bitirdi: 'Büsbütün unutulmaktansa hiç doğmamış olmayı yeğlerim.'

Mustafa Kemal, karargâha geldiği zaman, büyük bir karışıklıkla karşılaştı. Buradaki birlikler, yorgun, morali bozuk, hastalıktan kırılmış, silasız, cephanesiz bir ordunun döküntülerinden başka bir şey değildi. Vicdansız subaylar, ahlâksız müteahhitlerle birlik olmuş, askerleri sömürüyorlardı. İstanbul'a telgraf çekerek silah, yedek kuvvet ve sağlık malzemesi istedi. Ama cevap alamayınca da pek şaşmadı. Kolorduyu az çok dövüşebilecek bir biçime sokmak için tek başına uğraşması gerekiyordu. İyi bir şans eseri olarak, burada aklı başında, çalışkan bir komutan yardımcısı buldu. Bu, Selanik'te, onun orduyu siyasetten ayırmak yolundaki çabalarını desteklemiş olan Kâzım Karabekir'di.

Yılın ilk aylarında Ruslar, Enver'in uğradığı bozgundan, geç de olsa yararlanmaya karar vererek Anadolu'ya yürümüş ve önemli Erzurum müstahkem mevkiini aldıktan sonra, Karadeniz'deki başlıca Türk limanı olan Trabzon'u işgal etmişlerdi. Türkler Erzurum'u almak için temmuz ayında bir karşı saldırıya geçmeyi tasarlıyorlardı. Ancak, İkinci Ordu henüz hazır değildi. Üçüncü Ordu'yla tam bir bağlantı da kurulamamıştı. Böylece, Ruslar Türklerden çabuk davranarak, bütün cephe boyunca bir kere daha saldırdılar. Türkler de kanlı çarpışmalardan sonra daha gerilere çekilmek zorunda kaldılar.

Kendi kolordusuyla İkinci Ordu'nun sağ yanında dövüşen Mustafa Kemal, çarpışmanın en hareketli yerindeydi. Bir ara, askerleriyle beraber, çevrelerini neredeyse büsbütün kuşatan bir 'süngü ormanı' arasında, büyük bir piyade kuvvetiyle göğüs göğüse dövüşmek zorunda kaldı. Ancak, soğukkanlılığı ve kendi süngüsünü bütün gücüyle kullanması sayesinde, bu çarpışmadan sıyrıldı ve böylelikle muhtemel bir ölümden ya da esirlikten kurtulmuş oldu. Sonra sorumluluğu üzerine alarak genel bir çekilme emri verdi. Rusların, arkadan gelmeyeceklerine güveniyordu. Gerçekten de öyle oldu. Emir dışı hareketiyle tehlikeye atmış olduğu meslek hayatı, böylece kurtuldu.
Geri çekiliş sırasında yanıbaşında bir erin, 'Şu bizim komutanlar da amma korkak yahu! Rusları öldürüp duruyordum. Bizi ne diye geri çekerler?' diye söylendiğini duydu.

'Pekâlâ,' diye cevap verdi. 'Ama savaş bir tek senin Rusları öldürmenle kazanılmaz. Kocaman bir ordu bu. Geri çekilmesinin belki de, senin anlayamadığın bir nedeni vardır.'

'Sen kim oluyorsun ki?'

'Ben senin komutanınım.'

Askerin yüzünde bir şaşkınlık belirdi. Sonra yumuşayarak, 'O zaman başka,' dedi. Subaylarının, her zamanki gibi, en önden kaçtığını sanmıştı.

Türkler ellerindeki kuvveti yeniden toparladılar. Mustafa Kemal, ordu komutan yardımcısıydı, komutan da İzzet Paşa. Eski okuldan, liberal siyasi düşünceli bir general olan İzzet Paşa önce Abdülhamit'e muhalefet etmiş, arkadan bir süre İttihat ve Terakki'nin Harbiye Nazırlığını yapmış, ama sonunda onlarla da geçinememişti. Mustafa Kemal gibi o da, Türkiye'nin savaşa katılmasına karşı gelmişti. 1914'ten beri boyuna, Kayzer'in hem ülke, hem de ordu yönetecek kıratta bir adam olmadığı düşüncesine dayanarak, Almanların mutlaka yenileceğini söyleyip duruyordu. Tatlı yüzlü, iri yapılı, kararsız yaradılışta bir adamdı.

İkinci Ordu, ağustos başlarında karşı saldırıya geçti. Mustafa Kemal, yenilgiden sonra birliklerinin moralini öyle yükseltmişti ki, komutasındaki iki tümen beş gün içinde yalnız Bitlis'i değil, onun kadar önemli olan Muş'u da ele geçirerek Rusların hesaplarını altüst etti. İzzet Paşa, İkinci Ordu'nun üst yanıyla cephenin öteki kesimlerinde aynı başarıyı gösteremeyince, saldırı pek bir sonuca bağlanmadan sona erdi. Böylece birbirini izleyen yenilgiler arasında, tek Türk zaferini Mustafa Kemal kazanmış oldu. Yararlığına karşılık kendisine 'Altın Kılıç' madalyası verildi. Corinne Lütfü'ye Diyarbakır'dan, 'İnsanın değer verdiği kimseler arasında ateş ve ölüme göğüs germesi ne büyük zevk!' diye yazdı. Mektup, son zamanlarda adet edindiği gibi, Fransızca bir deyişle sona eriyordu. Şimdi boş zamanlarımı okumakla geçiriyordu. Hatıra defterine 'Est-il possible de renier le Dieu? kitabını okumaya devam ediyorum,' diye not aldı.
Birlikler çetin ve sert geçecek bir kışa karşı hazırlığı tamamlamışlardı. Uzun ve yetersiz ulaştırma hatlarına bağlı olan İzzet Paşa'nın orduları sadece silah değil, yiyecek bakımından da sıkıntı içindeydiler. Böyle bir yerde bir orduyu uzun süre beslemek de çok zordu. Ermeniler göçmüş olduklarından, ne ürün yetiştirecek köylü, ne de iş görecek zanaatkar kalmıştı. Tümenlerden birinde adam başına üçte bir tayın düşüyordu; yük hayvanları için yem hiç yok gibiydi. Erlerden birçoğunun sırtında sadece yazlık üniformaları vardı. Ayaklarına postal yerine paçavralar sarıyorlardı. Şiddetli tipilerden sonra mağaralarda soğuk ve açlıktan ölüp kalmış müfrezelere rastlamak olağandı.

O kış, Mustafa Kemal işte bu mevcudu azalmış ordunun komutanlığına terfi ettirildi. Şimdi hem İkinci, hem de Üçüncü Orduların başına geçirilmiş olan İzzet Paşa'nın yerini aldı. Neyse ki, ilkbaharda savaşmak zorunda kalmadılar. Çünkü 1917 Martında dünya çapında önemli bir olay -Rus ihtilâli- patlak vermişti. Kafkas cephesi şimdi az çok sakindi. Erlerin, subayların rütbe işaretini söküp, kurmaylara komuta etmeleri yüzünden düzeni bozulan Rus Ordusu, yavaş yavaş parçalanarak en sonunda Tiflis'e doğru çekildi.

Bu arada Mustafa Kemal'in bu ilk ordu komutanlığının başlıca önemli yanı, sonradan en yakın işbirliği yapacağı kişiyle arkadaşlık kurmasıydı. Bu, tıpkı Kâzım Karabekir gibi, Selanik'teki parti çatışmasında onu desteklemiş olan Albay İsmet'ti. İsmet Bey, yumuşak bakışlı, gözlerinin içi ışıldayan, kulağı biraz ağır işiten, ufak tefek, sessiz bir adamdı. Ağır, fakat sağlam işleyen bir kafası vardı; görevine düşkündü. İkisinin de öğrenimleri ve sonra meslekte gelişmeleri birbirine aşağı yukarı paralel olmuştu. Mustafa Kemal, Trablus'ta İtalyanlarla dövüşürken, İsmet, Yemen'de bir Arap isyanıyla uğraşmış ve o da Mustafa Kemal gibi, Balkanlar tehlikedeyken, orduları bu uzak Arap ülkelerine bağlayan Pan-İslâm politikasını üzüntüyle karşılamıştı. Orada, sıkıntı içindeyken tek avuntusu İzzet Paşa ile ya satranç ya da briç oynamaktı.(2) İsmet Bey şimdi yine İzzet Paşa'nın maiyetine verilmiş ve Mustafa Kemal'in arkasından Kafkas cephesine gelmişti. Yolda, iki gün durarak, babasının ısrarıyla, yüzünü bile görmediği bir komşu kızıyla evlenmişti. Eşini, düğünden sonra da pek görememişti. Askerlik mesleğinin gerekleri yüzünden, ancak altı yıl sonra uzun, mutlu ve düzenli bir aile hayatına başlayabilecekti.

İsmet, okumayı, düşünmeyi seven bir adamdı. Mustafa KemaPle aynı radikal düşünceleri paylaşıyor, görüşleri birçok noktalarda birbirine uyuyordu. Savaşın felâketli gidişini, Batı'daki siper savaşının Almanları yıprattığını, Türkiye'yi kurtarmak için bir an önce barışa gidilmesinin şart olduğunu, Türk askerlerinin Avrupa'ya gönderilmesine yol açan politikanın yanlışlığını, Asya'daki Türk ordularının acıklı durumunu ikisi de açıkça görüyorlardı. İsmet Bey, pratik, modern bir asker olarak, özellikle İkinci Ordu'nun başına iş açmış olan levazım sorunlarının üzerinde duruyordu. 'Yarının adamı' olarak demiryollarının hayati önemini kavramıştı. Ruslar, bu bakımdan Türklerden ilerdeydiler. Erzurum'u alır almaz şehre ve şehrin ötesine dar bir demiryolu döşeyerek kendi iç ikmal hatlarıyla birleştirmişlerdi. Türklerse, Torosların doğusunda demiryolu bulunmadığı için, ikmal bakımından kötürüm gibiydiler.
 
Dtkn
Çırak
Mustafa Kemal'le İsmet Bey aynı görüş ve amaçları beslemekle beraber yaradılış bakımından o kadar ayrıydılar ki, sanki birbirlerini tamamlıyorlardı. Mustafa Kemal'in kafası geniş çözüm yollarına, alışılmamış tepkilere açık, cesaretli yargılara varmaya hazır, çabuk ve esnek çalışırdı. İsmet'in düşünceleriyse, daha dar bir çerçeve içinde daha ağır, daha temkinli işler ve aynntılar üzerinde titizlikle dururdu. Mustafa Kemal'in maceracı bir ruhu, bağımsız bir karakteri vardı; hareketlerinde kesin kararlıydı. İsmet Bey ise ihtiyatlı, başkalarının görüşüne bağlı, insiyatifi az, karar vermekte acele etmeyen bir insandı. Mustafa Kemal, insan karakterini ve davranışını içinden gelen bir seziyle anladığı halde, İsmet, insanlar üzerinde pek kesin yargıda bulunmaz ve herkese karşı çekinden, hattâ biraz şüpheci dururdu. Kemal ne derece içi içine sığmaz, çabuk kızan, ruh halleri sık sık değişen, içki ve kadına düşkün bir erkekse, İsmet o kadar sakin, sabırlı, ağırbaşlı, içkiye düşkünlüğü olmayan bir adam, örnek bir aile babasıydı. Kısacası, Mustafa Kemal'in tam karşıtı ve bu yüzden de tam ona gereken yardımcıydı. Daha doğrusu İsmet, tam bir kurmay başkanı olarak yaratılmıştı; dürüst ve özenli. Mustafa Kemal ona planlarını not ettirdiği zaman, İsmet'in bunları doğru olarak yorumlayacağına ve etkinlikle uygulayacağına güvenebilirdi. İsmet böylece Mustafa Kemal'in vazgeçilmez gölge'si haline geldi.

Mustafa Kemal, İmparatorluğun bu uzak, vahşi köşesinde bile komutanlık sofrasında uygar bir görünüşe uyulmasını ısrarla isterdi. Subaylar yemeğe vakitli vakitsiz gelmeye alışmışlardı. Yemek yerken kalpaklarını başlarından çıkarmadıkları gibi, ceketlerinin düğmelerini de çözüyorlardı. Mustafa Kemal bu görgüsüzce alışkanlıklara derhal son verdi. Giyiniş konusunda her zaman titiz olduğu için, subaylara uygun bir biçimde giyinmelerini ve davranışlarına dikkat etmelerini bildirdi. Sofraya, Avrupalı subaylar gibi başaçık oturmalıydılar. Subay kantininde, hele savaş aralarındaki geçici durgunluk zamanlarında, Batı'daki gibi, az çok üslup gözetilmeliydı. Nitekim, Mustafa Kemal istediğini de yaptırdı. Masa başında oturur, içer ve konuşurdu. Subaylarını ilgi çekici tartışmalara teşvik eder ve bu çeşit konuşmalarda kendini göstermekten hoşlanırdı. Bir gün, karargâha yeni gelmiş olan bir telsizciye, İstanbul'da neler olup bittiğini sormuştu. Adam, 'Çok üzücü şeyler, efendim,' diye anlatmaya başladı. 'Eski görenekler hep unutuluyor. Kadınlarımız önüne gelen yerde peçelerini açmaya başlıyorlar.'

Mustafa Kemal, meydan okurcasına, bu gibi şeylerin burada, Doğu illerinde de olması gerektiğini ileri sürdü. Hemen, 'Zabitan Mahfeli'nde bir danslı toplantı düzenledi ve dolaylardaki birkaç Ermeni hanımını da, Türk subaylarına dansta eşlik etsinler diye çağırdı.

Ancak, çarpışmaların durmuş olduğu şu sırada, Mustafa Kemal'i, kitap okuyup dans etmek dışında uğraştıran şeyler de vardı. Altı yıl önce'Selanik'te kendisini öldürmekle görevlendirilmiş, ama sonradan onun en sadık yandaşı kesilmiş olan komitacı Yakup Cemil, İstanbul'da tutuklanmıştı Suçu, hükümeti devirip baştakileri öldürmeyi tasarlamaktı. Yakup Cemil, savaşın daha şimdiden kaybedildiğini ve ülkenin artık ayakta duracak hali kalmadığını ileri sürüyordu. Yeni bir hükümet kurulmalı ve Mustafa Kemal Harbiye Nazırı olmalıydı. Aynı zamanda Enver'in yerine başkomutan vekilliğini üzerine alarak ayrı bir barış için görüşmelere başlamalıydı. Yakup Cemil, Mustafa Kemal'in bu düşünceleri desteklediğini biliyordu.

Yakup Cemil'in yargılanması sırasında, üstü kapalı şekilde, bu işe Mustafa Kemal'in de karışmış olduğu söylendi. Söylentilere bakılırsa, Diyarbakır'dan öteki ordu komutanlarına birer telgraf göndererek savaşın yönetilişini ve hükümetin kararsızlığını yermiş ve alınacak önlemleri görüşmek üzere bir toplantı yapılmasını öne sürmüştü. Bunları. Enver'e, Mustafa Kemal'in düşmanı olan bir paşa anlatmıştı. Ondan sonra şifreli yazışmaları gizlice incelenmeye başlandı. Yakup Cemil ölüm cezasına çarptırıldı, suç ortakları da hapsedildi. Mustafa Kemal sonradan, Rauf la konuşurken, komutanlara telgraf çektiği söylentisini yalanladı ve bunu bir düşmanın kişisel garazı olarak niteledi. Komploya gelince, darbe başarıya ulaşıp da kendisine Enver'in yerine geçmesi teklif edilmiş olsaydı, bunu kabul edebileceğini saklamadı. Ancak o zaman ilk işi, şu Yakup Cemil denilen adamı asmak olurdu.

Bu arada ne Mustafa Kemal, ne de İsmet, dağılmakta olan Rus cephesinde fazla kalmadılar. Başka yerlerde, özellikle güneydeki Suriye cephesinde, yapılması gereken daha acele işler vardı. Önce İsmet Bey, kolordu komutanlığı ile Suriye'ye gönderildi. Biraz sonra da Mustafa Kemal, başta hâlâ İkinci Ordu'nun, arkadan da Halep'te kurulmakta olan önemli Yedinci Ordu'nun komutanı olarak onu izledi.


İngiliz ordusu hem Suriye'de, hem de Mezopotamya'da baskısını artırmıştı. 1917 yılının Martında Almanlar, bu cephelerdeki askerleri serbest bırakabilmek için, Enver Paşa'yı Medine'deki kolordu garnizonunu geri çekmeye razı ettiler. Medine şimdi, savunulması güç olan uzun Hicaz demiryolunun ucunda, çevresi düşmanla kuşatılmış bir yer durumuna gelmişti. Kutsal Mekke şehri, Emir Faysal'ın ayaklanması sonucunda zaten Arapların eline geçmiş bulunuyordu. İngilizler şimdi Albay Lawrence ve başka subaylar eliyle Faysal'a yardım ediyorlardı.

Enver Paşa, Medine'nin boşaltılmasını sağlayacak olan kuvvete komutan olarak Mustafa Kemal'i seçti. Medine Müslümanlar için Mekke'den sonra ikinci kutsal şehir olduğuna göre bu boşaltma işini üzerine alan subay, milletçe lânetlenmeyi de göze almalıydı. Üstelik, bu iş askerlik açısından da çok tehlikeliydi ve Arap baskısı karşısında bütün Türk kuvvetinin esir ya da yok edilmesiyle sonuçlanabilirdi. Mustafa Kemal bu görevi kesinlikle reddetti. Zaten garnizonun dinine bağlı komutanı Fahri de şehri bırakmaya razı olmuyordu. Böylece Enver'in planından vazgeçildi. Yoksa, Mustafa Kemal'in Lawrence'e esir düşmesi bile akla gelebilirdi. Medine şimdilik Türklerin elinde kalmıştı. Lavvrence'in deyişiyle Türkler, 'siperlerde oturuyor ve artık besleme gücünde olmadıkları hayvanları kesip yiyerek, kendi hareket imkânlarını ortadan kaldırıyorlardı.'(3)

Bu sırada Medine'yi ikinci plana atan daha büyük bir felâketle karşılaşıldı. İngilizlerle Hintliler Bağdat'ı ele geçirmişlerdi. Bağdat'ın kaybı ülkede geniş üzüntü ve öfke yarattı ve ilk olarak halk arasında, Enver Paşa'ya karşı belirli bir hoşnutsuzluk başgösterdi. Enver, Bağdat'ı geri almak için hemen harekete geçti. Bulduğu çare her zamanki gösterişli stratejik tasarılardan biriydi ve bu sefer, hemen hemen yalnız Almanlar tarafından yürütülecekti. Saldırı için 'Yıldırım Orduları Grubu' diye adlandırılan bir kuvvet kuruldu.(4) Bu ordunun amacı, en aşağısından gösterişli bir yürüyüşle çölü yarıp geçerek Bağdat'ı İngilizler'in elinden almaktı. Bağdat'ın ötesinde de İran ve Hindistan uzanmaktaydı ki, bu da, Alman İmparatorluğunun ancak doğuda büyük topraklar ele geçirmekle kurtulabileceğine inanmaya başlayan von Ludendorff a pek çekici geliyordu.
Almanlar, Türk ordusuna sadece eğitmenlik ve danışmanlık ettikleri iddiasını artık bırakmak zorundaydılar. Bu seferki grup, kurmay heyetiyle komutanı Alman olan, tam bir Alman ordusuydu. Komutanı General von Falkenhayn'dı. Önceleri Alman Genelkurmayın başkanı olan von Falkenhayn, bir yıl önce Verdün'ü düşüremediği için bu görevden alınmış ve yerine von Hindenburg getirilmişti. Bu yüzden von Falkenhayn şimdi parlak bir Doğu seferiyle itibarını yeniden kazanmak isteğindeydi. Yıldırım Orduları Grubu'nun çekirdeği, Türklerin Yedinci Ordusuydu ve bunun komutanı da, başkası yokmuş gibi, Mustafa Kemal'e verildi. Yaver bu atanmayı bildiren telgrafı getirdiği zaman Mustafa Kemal uykudaydı. Yatağında doğrularak telgrafı okudu ve sonra yaverinin sorusuna karşılık: 'Evet' dedi, 'Elbette kabul ediyorum; ama sizin düşündüğünüz sebeplerden değil, sadece bu Alman generalinin Bağdat'a karşı kanlı bir saldırıya girişmesini önlemek için.'

Mustafa Kemal, Bağdat'ın geri alınmasının, düşman eline geçmesi nasıl önlenememişse, aynı nedenlerden dolayı mümkün olmadığını biliyordu, çöldeki ulaştırma sisteminin kötülüğü, demiryolundaki kesintiler, trenler için yakıt bulunamaması, Fırat nehri üzerinde taşıt olmayışı.(5) Von Falkenhayn'ın ne ülkenin iklim ve koşulları, ne de halkı hakkında bilgisi vardı. Buraları daha iyi bilen yurttaşlarına, yani Alman askeri heyetindeki subaylara da akıl danışmıyordu. Zorbalık taslayan, inatçı, patavatsız bir adamdı ve çok geçmeden çevresinde herkesi aleyhine döndürmüştü. Yalnız Enver Paşa, bunların dışındaydı.
 
Dtkn
Çırak
Alman Mareşali her nedense, bütün Türklerin satın alınabileceğini sanıyordu. Mustafa Kemal'e de rüşvet teklif etmek akılsızlığını gösterdi. Subaylarından biriyle ona hediye olarak 'zarif küçük kutular' yolladı. Kutular açılınca içinden altın çıktı. Bu komik mizansenle için için alay eden Mustafa Kemal, altınların ordu giderlerine karşılık gönderildiğini sanmış gibi davrandı ve ordu mutemetliğine yatırılmasını söyledi. Alman subayı, sıkıla sıkıla amacının bu olmadığını anlattı. O zaman Mustafa Kemal ona parayı saydırttı, karşılığında bir de makbuz yazdı. Subay bunu istemeye istemeye aldı. Mustafa Kemal de altınları yine makbuz karşılığında veznedara teslim etti.

Mustafa Kemal daha baştan beri von Falkenhayn'ı açık açık eleştirmekteydi. Sert ve alaycı bakışlarını Mareşal'e dikerek, Alman subaylarının gözü önünde onun planlarını yererdi. Suriye'de tıpkı bir kral debdebesiyle hüküm süren ve son zamanlara kadar sözü kanun yerine geçen Cemal Paşa da Mustafa Kemal'i destekliyordu. Filistin cephesi komutanı olarak Cemal de tıpkı onun gösterdiği nedenlerden dolayı Bağdat projesine şiddetle karşıydı. Eldeki kuvvetleri Halep'le Şam arasında toplamak ve duruma göre, nereye gerekirse oraya göndermek istiyordu. Enver Paşa, Halep'te Mustafa Kemal'in de katıldığı bir ordu komutanları toplantısında buna cevap olarak sadece seferin kararlaştırılmış ve eldeki en iyi Alman generalinin başa getirilmiş olduğunu söyledi. 'Rica ederim' diye ekledi, 'beni fikrimden caydırmaya çalışarak zaman kaybetmeyin.'

Neyse ki, Mareşal, önemli kurmay subaylarından biri olan Binbaşı Franz von Papen'in yerinde öğütleri sayesinde, fikrini değiştirmeye başlamıştı. Filistin cephesinde von Papen'le yaptığı bir gezi sırasında tehlikeyi: gördü. İngilizler hücuma kalkarlarsa Türk mevzilerini yarıp Filistin ve Suriye'ye geçerek Bağdat'la bütün ulaştırma yollarını kesebilirdi. Böylece von Falkenhayn, ün peşinde koşmak yerine ihtiyatlı davranmayı daha uygun gördü ve Bağdat saldırısını şimdilik ertelemeye karar verdi.
 
Dtkn
Çırak
Boyuna itibarını korumak sevdasında olan Enver Paşa da yine o eski hülyasına dönmüştü: İngilizleri Mısır'dan kovmak! Sina çölü üzerinden bir saldırıya girişilirse İngilizleri, karşı saldırıya geçmelerine fırsat vermeden, ta Süveyş kanalına kadar sürmek mümkün olabilirdi. Cemal Paşa'nın şiddetli karşı koymalarına rağmen plan kabul edildi. Zaten şimdi Cemal her konuda von Falkenhayn'a kendinden üstün yetkiler verildiğini görmekteydi. Enver'in yeni planına Mustafa Kemal de şiddetle itiraz ediyordu. Von Papen ona ordusuyla birlikte Nablus'a giderken rastladı ve alınacak önlemler konusunda von Falkenhayn'la anlaşamadığını ve müthiş bir öfke içinde olduğunu' gördü. Bu, 'son derece üzücü' bir durumdu.(6)

Mustafa Kemal, o sırada zaten görevinden istifa etmeye niyetlenmişti. Bundan önce, Osmanlı İmparatorluğunun 1917 yılının Eylül ayındaki durumunu nasıl gördüğünü, Talât ve Enver Paşa'lara gönderdiği uzun ve ayrıntılı bir raporda belirtti. Raporun kaleme alınmasında, İsmet Bey de kendisine yardım etmişti. İsmet Bey, İstanbul'a uğradıktan sonra, yeni bir ordu grubunun başına geçmek üzere Haleb'e gelmiş bulunuyordu. Keşiş dağının (7) şifalı sırtlarında bir haftalık, gecikmiş bir balayı geçirmek onu hüsbütün zindeleştirmiş gibiydi. Mustafa Kemal raporunun başında, Türk halkının savaştan bıkıp usanmış olduğunu ileri sürüyordu:

Şimdiki Türk hükümetiyle arasında hiçbir bağ kalmamıştır. Zaten 'milletimiz', hemen hemen sadece kadınlardan, çocuklardan ve sakatlardan ibaret. Herkesin gözünde de hükümet kendilerini ısrarla açlığa ve ölüme süren bir kuvvettir. Devlet teşkilâtı otoriteden yoksundur, idare anarşi içindedir. Atılan her adım halkın hükümete karşı duyduğu derin nefreti artırmaktadır. Bütün memurlar rüşvet almakta, görevlerini kötüye kullanmakta, her türlü yolsuzluğu yapmaktadırlar. Adalet mekanizması işlemez hale gelmiştir. Emniyet kuvvetleri çalışamıyor. Ekonomik hayat korkunç bir hızla çökmektedir. Ne halk, ne de devlet memurları geleceğe güvenebilmektedir. Hayatta kalabilme çabası yüzünden, en iyi ve en dürüst kişiler bile, her türlü kutsal duyguyu unutuyorlar. Savaş daha uzun sürerse, hükümet ve hanedanın çökmeye yüz tutmuş olan yapısı birdenbire paramparça olabilir.

Bundan sonra Mustafa Kemal, Türk ordusunun zayıf durumunu ayrıntılarıyla açıklıyordu. Birliklerin çoğu gereken kuvvetlerinin beşte birine inmişti. Yedinci Ordu'nun İstanbul'dan gönderilmiş olan bir tümeni, yarısı ayakta bile duramayacak kadar zayıf erlerden kuruluydu. En iyi örgütlenmiş tümenler bile, erlerin kaçması ya da hastalanması yüzünden, daha cepheye varmadan yarı yarıya azalıyordu.

Mustafa Kemal bu durumu düzeltmek için gerekli askeri stratejiyi şöyle anlatıyordu:

Bu topyekûn bir savunma stratejisi olmalı ve askerlerin hayatını mümkün olduğu kadar ölümden korumayı öngörmelidir. Yabancı devletlerin çıkarları için tek bir er bile vermemeliyiz. Türkiye'nin hizmetinde hiçbir Alman çalışmamalıdır. Türk ordusunun elde kalanı da bir von Falkenhayn'ın kişisel hırsları yüzünden çılgınca tehlikeye atılmamalıdır. Almanların, bu savaşı, Türkiye'yi el altında bir sömürge durumuna düşürünceye kadar, uzatmalarına fırsat verilmemelidir.

Mustafa Kemal, komutanın yeniden Cemal Paşa'ya verilmesini istiyordu. Avrupa'daki bütün Türk kuvvetleri geri alınmalı ve İngilizlerin hazırladıkları saldırıya karşı Suriye'yi savunmalıydı. Sonra bütün cephe bir 'Müslüman Osmanlı komutanının' emrine verilmeli ve von Falkenhayn, kullanılması kaçınılmazsa, onun emrinde çalışmalıydı. Kendisi de, rütbe kaybını bile göze alarak, kurulacak böyle bir komuta sistemi içinde görev almaya hazırdı. Bu dedikleri kabul edilmediği takdirde Yedinci Ordu komutanlığından affını rica ediyordu.
 
Dtkn
Çırak
Enver ve von Falkenhayn. Kemal'i düşüncesinden vazgeçirmeye çalıştılar. Ama o, caymadı. Enver de istifayı kabul etmekten başka çare bulamadı. Bu onun için, can sıkıcı bir durumdu. Çünkü Mustafa KemaPin dilini tutmayacağı belli bir şeydi; bu yüzden İstanbul'da durumu karıştırabilirdi. Von Falkenhayn disiplin cezasından söz ediyordu. Görünüşü kurtarmak için Mustafa Kemal'i yine Diyarbakır'daki İkinci Ordu komutanlığına tayin ettiler, ama o bunu kabul etmedi. Genelkurmay sonunda, uzlaşma yolu olarak ona bir aylık izin verdi.

Mustafa Kemal, bu mücadeleyi Cemal adına vermiş ve kaybetmiş olduğu için, onun da istifa etmesi gerektiğine inanıyordu. Cemal istifayı düşündüğünü, yalnız yakında Şam'a gelecek olan Enver'i beklemeyi tercih ettiğini söyledi. Ancak Enver geldiği zaman, hem onun, hem de kendi maiyetindeki memurların yalvarmalarına dayanamayarak, görevinde kalmaya karar verdi. Mustafa Kemal, görevinden ayrılmadan önce, Alman Mareşalinin ona rüşvet niyetine göndermiş olduğu altın kutularını hatırladı. Bu kutuları bir makbuz karşılığında kendi yerine gelen komutana teslim etti. Sonra bu makbuzun Falkenhayn'a ilk verilmiş olduğu makbuzla değiştirilmesini istedi. Yaverlerinden ikisini bir mesajla Falkenhayn'a gönderdi: 'Paranız buraya yatırılmıştır, ama Mustafa Kemal'in bu paradan çok daha değerli olan imzası sizde kalamaz.' Von Falkenhayn önce böyle bir paradan haberi olmadığını ve makbuzun dosyalarında bulunmadığını söyledi. Ancak, Mustafa Kemal işin aslını ortaya çıkaracağına dair üstü örtülü tehditlerde bulunarak ısrar edince, makbuzu geri verdi.

Mustafa Kemal şimdi İstanbul'a dönmek için tren parası bile olmadığını görmüştü. Yaverine, kendi malı olan bir düzine atı satmasını söyledi. Ordu el koyar korkusuyla atları kimse almak istemiyordu. En sonra, atların cins olduklarını bilen Cemal Paşa bunları satın aldı. Mustafa Kemal de İstanbul trenine binebildi. Yine de, kendisiyle birlikte istifa etmediği için Cemal'e kırgındı. Onları sonunda barıştıran Rauf oldu. Cemal'in İstanbul'a bir gelişi sırasında ikisini de Pera Palas'ta yemeğe çağırdı. Cemal'in bir başka hareketi, Mustafa Kemal'i daha da yumuşatmaya yaradı. Cemal ona gönderdiği bir haberle atları aldığı fiyatın iki katına satmış olduğunu söylüyor ve aradaki farkı nereye yatırabileceğini soruyordu. Oysa, atları kesin olarak satın aldığı için böyle bir fiyat farkı ödemek zorunda değildi. Mustafa Kemal bu jest karşısında memnunluğunu gizlemedi. İstanbul'daki şu işsiz ve gözden düşmüş durumunda, bu para çok işine yarayacaktı.

Bir süredir yapmak istediği gibi, annesinin evinden ayrıldı ve daha serbest olabileceği Pera Palas oteline taşındı. Yapılması gereken işlere ait ateşli inançlar içinde, sabırsızlıktan yerinde duramıyordu. Ne pahasına olursa olsun, ülkenin nüfuzlu insanlarını savaşın kaybedilmiş olduğuna ve ayrı bir barışla sona erdirilmesi gerektiğine inandırmak zorundaydı. Muhalefetin liderlerinden olan Fethi ve daha birkaç dostu onun bu görüşünü destekliyorlardı. Bu dostlardan biri de Rauf tu. Rauf, Mustafa Kemal'e göz kulak oluyor ve başını derde sokabilecek siyasi entrikalardan uzak tutmaya çalışıyordu. Mustafa KemaPe durmadan ihtiyatlı, sabırlı ve soğukkanlı davranması için kardeşçe öğütler veriyordu.

Bu genel hoşnutsuzluk ortamı, entrika için gerçekten uygundu. Mustafa Kemal'le Fethi yüksek görevdekiler arasında kendileri gibi savaşa son vermek isteyen kimseler buldular. Hattâ Harbiye Nazırlığındaki bir dostu Mustafa Kemal'in ağzını arayarak barış yapmak için yeni bir askeri kabine kurulacak olursa burada görev alıp almayacağını sordu ve Enver Paşa'nın böyle bir hareketi engelleyip bastırmak amacıyla, iş arkadaşlarına bildirmeden gizli bir silahlı kuvvet toplamış olduğunu da haber verdi. Mustafa Kemal'le Fethi, bu haberi gizlice Talât'a bildirdiler. Olayların gidişinden zaten memnun olmayan Talât, Enver'e böyle bir kuvvetin varlığını zorla itiraf etti. Ama, Enver bu kuvvetin Talât'ın içinde görev aldığı herhangi bir kabineye karşı kullanılmayacağı konusunda teminat verdi.

Bu arada Enver, Mustafa Kemal'den hâlâ kuşkulanıyordu. Bu kuşkuyu yatıştırmak için, Rauf Bey yine arabuluculuk yaparak, ikisini Pera Palas'ta bir öğle yemeğinde buluşturdu. Mustafa Kemal, yemek süresince gayet iyi davranmıştı. Bunu, yemekten sonra Rauf Bey'le konuşurken, Enver de itiraf etti. Sadece, onun yedi yıl önceki itirazını bilinçaltı bir alayla tekrarlayarak: 'Ancak orduya siyaset karıştırmasına izin vermeyeceğim!' diye ekledi. Bir gün Mustafa Kemal'i çağırdı ve onu kendi kazdığı kuyuya düşürmek istercesine, ordudan çekilip Meclis'e girmeye davet etti. O da milletvekili olmak istemediğini, ordudan çekilmeye de niyeti olmadığını söyledi. O dönemde milletvekillerinin sadece bir memur, ordununsa tek iktidar kaynağı olduğunu çok iyi biliyordu.

Bu arada Suriye'deki olaylar da çok geçmeden onun belli başlı iddiasını haklı çıkarmaya başlamıştı. Önceden tahmin etmiş olduğu gibi, meşhur 'Yıldırım' harekâtı sadece lâfta kalmıştı. Mustafa Kemal buna içinden sevindi. Daha Türkler harekete geçmeden Allenby'nin kuvvetleri Sina cephesine saldırmışlardı. Von Falkenhayn, saldırıya geçmek şöyle dursun, bu saldırıyı önleyecek kadar bile hazırlıklı değildi. Kıyıdaki Gazze cephesine yöneltileceğini tahmin ettikleri saldırı, içerdeki Birüşşeba cephesine yapıldı ve savunma hattı az zamanda yarıldı. Türkler, İngilizlerin bir hilesine aldanmışlardı. Sözde 'keşifle görevli bir İngiliz kurmay subay, Türk nöbetçisinin kovalamasından kaçarken evrak torbasını düşürmüştü. İçindeki kâğıtlarda, Birüşşeba'ya yapılan saldırı hazırlıklan bir aldatmacadan başka bir şey değilmiş gibi gösteriliyordu. Gayet şiddetli bir topçu bombardımanıyla geri püskürtülen Türkler, yedek kuvvetlerini zamanında getirip ikinci bir savunma hattı kurmayı başaramadılar.

Lloyd George, Allenby'den, İngilizlere Noel hediyesi olarak, Kudüs'ü almasını istemiş, o da almıştı. Allenby, böylece Türklerin maneviyatına son bir acı darbe indirmiş oldu. Mekke ve Bağdat'tan sonra Kudüs, düşman eline düşen üçüncü kutsal şehirdi. 1917 yılı Osmanlı İmparatorluğu için bir felâket yılı olmuştu.

1 Nazım da Cavit gibi 1926'da Ankara'daki suikast duruşmalarından sonra asıldı.
2 Yeni bir oyun olan briçi, subaylara İzzet Paşa öğretmişti. Ama, İsmet Beyi asıl avutan, İngiliz subaylarından kalma bir yığın gramafon plâğıydı. Bunlar ona, ömrünce sürecek bir klasik müzik sevgisi aşıladı.
3 Seven Pillars of Wisdom kitabından, Fahri, Muhammed'in mezarını savunmayı, mütarekeden sonraya kadar inatla sürdürdü. Sonunda İstanbul'dan üst üste gelen emirler ve kendi kurmay subaylarının yaptığı bir toplantı karşısında istemeye islemeye şehri teslim etti. Bu yüzden bütün Müslüman Türklere kendini sevdirmiş oldu. Bununla birlikte, türbeyi gölgeleyen palmiyeleri kestirmiş olduğu için ona kızanlar da yok değildi.
4 Bu, Napolyon'un Mısır seferine Türklerin vermiş oldukları addı.
5 Trenleri işletmek için yakıt olarak pamuk tohumu, zeytin dalı, asma kütüğü, meyan kökü, hattâ deve tezeği kullanılıyordu.
6 Franz von Papen'in Hatıralarından.
7 Uludağ.
 
Dtkn
Çırak
On İkİncİ Bolum

Bir Türk Zaferi
SEFERİN başından beri ikinci kez olarak Mustafa Kemal'in görüşü doğru, üstlerininki ise yanlış çıktı, 6 Ağustosta düşman, tam Esat Paşa'ya söylemiş olduğu çizgi üzerinde saldırıya geçti. Gerçekten de bu sefer Britanyalıların niyeti, saldırının ağırlığını, Seddülbahir'den Arıburnu cephesine kaydırmaktı. Anzakların tuttuğu köprübaşına, gizlice 25.000 asker daha çıkardılar. Sarıbayır'a önden saldırmayı tasarlıyorlardı. Bir kol tam Sazlıdere çukurundan Conkbayırı batısına doğru ilerleyecek, ikinci bir kol daha kuzeyden dolambaçlı bir rotayla vadi ve sırtları aşarak Kocaçimen'e ve Conkbayırı'yla Kocaçimen'in arkasındaki tepelere çıkacaktı. Bu çifte ilerleyişi desteklemek için Suvla Körfezi'ne yeniden, çoğu Kitchener'in 'Yeni Ordu'suna bağlı 20.000 askerin çıkarılması öngörülmüştü. Bunlar da Anafarta'nın kuzey sırtına tırmanacaklar ve böylece Anzaklar'ın da katıldığı bir kuşatma hareketiyle boğaza doğru ilerleyerek yarımadayı ikiye bölecek; Türk ordusunun büyük kısmını üst yanından ayırmış olacaklardı.

Daha ilk baraj ateşinin gümbürtüsü, sırtları sarsmaya başladığı anda Mustafa Kemal, saldırının önceden tahmin ettiği gibi, tam merkezde gelişmesini bekliyordu. Oysa Liman von Sanders, saldırının ya tam sağ kanada ya da hemen sol kanada, Bolayır'a karşı yapılacağını sanmış ve bu kesimlerdeki birliklere tetikte bulunmaları için emir vermişti. Düşmanın Sarıbayır'ın güney sırtlarına da saldırabileceğini düşünüyordu. Gerçekten de o akşam Anzaklar, Sarıbayır'ın güney sırtlarında bir oyalama hareketine giriştiler ve Esat Paşa'nın yedek kuvvetlerinin önemli kısmını ortaya çektiler. Böylelikle, Mustafa Kemal'in bile tahmin etmemiş olduğu bir saatte, geceleyin başlayacak olan saldırı için meydan boş kalmış oldu. Bu saldırıda tepelerin gün doğmadan önce ele geçirilmesi tasarlanmıştı.

Saldırıya, karanlık bastıktan sonra, birkaç gün önceden prova etmiş oldukları başarılı bir hileyle, Türk siperlerinin denizden bombardımanıyla giriştiler. Yine gecenin tam o saatinde mermiler yağmaya ve projektörler sırtları taramaya başlamıştı. Türkler de aynı saatte, bir önceki gibi siperlerini bırakıp başka yerde mevzi almışlardı. Bu sefer düşman ışıktan yararlanarak onların izinden gitti ve böylelikle Türklerin ilk mevzileri ele geçmiş oldu. Çarpışma, Sazlıdere boyunca devam etti. Türkler, Mustafa Kemal'in uyarmalarına rağmen elverişli bir savunma durumuna geçirilmemiş olan bu yerden çekilmek zorunda kaldılar. Türk ileri karakollarından çoğu sadece örtücü kuvvetler tarafından savunulmaktaydı. Tepelere yapılacak olan ana saldırı için yol açık bırakılmıştı. Durum, Anzaklar için çok umutlu görünüyordu.

Mustafa Kemal'in tümeni, sürekli ateş altında olmakla beraber, başta çarpışmaya doğrudan doğruya katılmadı. Çünkü düşmanın Sazlıdere çukurunun kuzeyindeki tepelere doğru izlediği asıl çatallı yol, zirveler de içinde olarak, yandaki birliklerin Zırhlı Tepesi diye adlandırmış oldukları bir tepedeki gözetleme yerinden, çarpışmanın yapıldığı kesimle telefonlaşıyordu. Sadece tam sağındaki Conkbayırı'ndan, daha kuzeydeki Ağıldere tarafından da sürekli olarak piyade ateşinin gürültüsünü duyuyordu. Ergeç, belki de sabaha doğru, kendi cephesine de bir saldırı bekliyordu. Bunun için, sık sık kısa emirler çıkararak birliklerinin tetikte bulunmasını sağladı. Sabaha karşı 3.30'da şu talimatı verdi:

Düşmanın sabahleyin bizim cephemize saldırıda bulunması muhtemeldir. Aramızdaki mesafe çok azdır. Herhangi bir anî saldırıyı geri püskürtebilmek için, askerimizin uyanık ve silah kullanmaya hazır bulunması gereklidir. Subaylara, askerlerini uyanık tutmalarını ve nazik tabiye durumunun gerektirdiği şekilde, her an hazırlıklı bulundurmalarını bildiririm.

Saldırı, bir saat sonra, şafağın İlk ışığıyla birlikte başladı. Bu saldırı, Conkbayırı'nın alınmasıyla aynı zamana rastlamak ve işgal kuvvetlerinin sağ kanadını, Mustafa Kemal'in tümeninden gelecek yan ateşine karşı korumak amacıyla tasarlanmıştı. Zirveden inen bir kol, Zırhlı Tepe'ye yüklenecek, bir başka kol da aşağıdan yukarıya akın edecekti.

Ancak, gece iyi başlayan düşman saldırısı çok geçmeden güçlükle karşılaştı. Anzakları yenen karanlık olmuştu. Birinci kolun bir bölüğü öncülerin yanlışlığına kurban olarak yolunu kaybetti ve boşuna bir sürü iniş çıkıştan sonra, kendini yine başladığı yerde buldu. İkinci bölük bir sırta kadar tırmandıysa da, öbürleri olmadan daha ileri gidemedi. Kuzeydeki Ağıldere çukuruna sapmış olan ikinci kolun sonu ise, daha da kötü oldu. Karanlıkta yollarını kaybeden askerler, uzun zaman nereye gittiklerini bilmeden yürüdükten sonra, yorgun ve perişan bir halde sırtlara yayılıp kalmışlardı. Müttefikler Sarıbayır'ı şafaktan önce, doğru dürüst savunulmadığı bir sırada ve ani bir baskının şaşkınlığından yararlanarak ele geçirmek fırsatını kaçırmışlardı.
 
Dtkn
Çırak
Buna karşın, aşağıdaki kuvvetler, artık yukarıdan desteklenmek imkânı kalmadığını ve Mustafa Kemal'in savunma mevzilerinin Türklerin en kuvvetli hattı olduğunu bile bile, saldırıya geçtiler. Bu da felâketle sonuçlandı. Yürekli, ama tecrübesiz olan Avustralyalılar, Mustafa Kemal'in uyanık ve hazırlıklı erlerinin üzerine, intihar edercesine dalga dalga atılarak, eriyip gittiler.

Bu sırada İngilizlerin 'Yeni Ordu'sunun askerleri kuzeyde, Suvla Körfezi kıyılarına çıkarma yapmaktaydılar. Karşılarındaki Türk kuvveti Binbaşı Willmer'in komutasında, hafif silahlı üç taburdan ibaret olduğu için fazla direnmeyle karşılaşmadılar. Buna rağmen ilerlemekten çekinir gibi bir halleri vardı. Liman von Sanders ise asıl saldırının burada, merkezde olduğunu en sonunda anlamıştı. Bolayır'dan, Asya yakasından ve yardımcı İngiliz saldırısının çökmüş olduğu Helles Burnu'ndan, Suvla'ya ve Anzak koyuna takviye istedi. Ama bunların gelmesi için geçecek yirmi dört saatlik süre boyunca Türklerin ve Sarıbayır'ın durumu çok tehlikeliydi.

Mustafa Kemal tehlikeyi olduğu gibi görüyordu. Bu kadar az direnişle karşılaşan bir düşman kuvveti, kuzeydoğudan gelerek kendi tümenini kuşatabilir ve bu da Türklerin bütün Arıburnu cephesinden çekilmesine yol açabilirdi. Mustafa Kemal kuşku içerisinde, gözlerini kendi komutasında olmayan Conkbayırı'ndan ayıramıyordu. Sabahın erken saatlerinde kendi tümeninin giriştiği çarpışmayı kazandıktan sonra tümen yedek birliğini Conkbayırı aşağısındaki çıkıntıya ileri karakol olarak gönderdi. Az sonra Albay Kannengiesser de güneyden iki alay askerle gelerek zirveyi tuttu ve sabahleyin, üç ay siper içinde kalmaktan yorgun düşmüş Anzakların sağdan giriştiği saldırıya karşı, göğsünden ağır yaralanmak pahasına burasını elinden bırakmamayı başardı.

Ertesi gün şafakla birlikte Anzaklar, Mustafa Kemal'in 'tarif edilemeyecek vahşette' diye nitelendirdiği yeni bir saldırıya giriştiler. Bir gün önceki gibi ağır kayıplar vereceklerini sanıyorlardı ama, korkuyla çıktıkları tepenin ardından hiç ateş gelmeyince şaşırdılar. Zirveye vardıkları zaman sadece bir Türk makinelisinin başında uyuyakalmış bir avuç asker buldular.

Piyade erleri, anlaşılmaz bir nedenden ötürü doruktan çekilmişti. Conkbayırı böylece ele geçirilmiş oldu.

Ama, Anzaklar da tehlikeli bir durumda kalmışlardı. Gün doğar doğmaz, iki yandan birden şiddetli bir yaylım ateşine tutuldular. Ateş, sağda Mustafa Kemal'in Zırhlı Tepesi'ndeki mevziinden ve solda, saldırının püskürtülmüş olduğu tepelerden geliyordu. Toprak çok sert olduğu için doğru dürüst siper kazmalarına imkân yoktu. Askerlerin çoğu öldü. Yine de, sağ kalanlar, komutanlarının yürekliliği yüzünden tepeyi tutabilmişlerdi. Karanlık basınca takviye birlikleri yetişti. Böylece ertesi sabaha kadar biraz dinlendiler.

Türklerin kendileri kadar tehlikeli bir durumda olduğunu nereden bileceklerdi? Mustafa Kemal için bu, sinir, kuşku ve çaresizlik içinde geçen bir gün olmuştu. Sağında Türk savunma hatlarının kaosa yaklaşan bir karışıklık içinde bulunduğunu daha sabahın erken saatlerinde anlamıştı. Karargâha gelen haberler ortada bellibaşlı bir komuta bulunmadığını apaçık beli ediyordu. Örneğin, bir subaydan şöyle bir mesaj alınmıştı:

Conkbayırı'na hücum edilmesi için emir geldi. Bu emri kime ileteceğim? Tabur komutanlarını arıyorum, ama bulamıyorum. Her şey karmakarışık Durum ciddi. Hiç olmazsa araziyi bilen bir komutan tayin edilse. Ne rapor, ne de bilgi alabiliyoruz. Ne yapacağımı şaşırmış haldeyim.

Bütün birlikler birbirine karışmış durumda. Ortada bir tek subay yok. Olduğum yerdeki eski alay komutanı vurulmuş. Ne olup bittiğine dair bir bilgi veren olmadı. Subayların hepsi ya ölmüş ya da yaralanmış. Bulunduğum yerin adını bile bilmiyorum. Gözcü yerinden hiçbir şey göremiyorum. Milletimizin selâmeti adına, bölgeyi yakından tanıyan bir subayın atanmasını dilerim.

Şaşkına dönmüş olan bir başka subay da şunu bildiriyordu: 'Şafakla beraber birtakım askerlerin Şahinsırt'tan Conkbayırı'na doğru çekildikleri görüldü. Şimdi Conkbayırı'nda siper kazıyorlar. Ancak bu askerlerin düşman mı, yoksa bizimkiler mi olduğu bilinmiyor.'

Mustafa Kemal bunların düşman askeri olduğunu tahmin ederek, keşif için tümen emir subayı ile yaverini oraya gönderdi. Yaver vurulup öldü. Bu sefer tümen kurmay başkanını gönderdi. Onun raporu kendi gözlemlerine uyuyordu. Bu arada Nuri adında bir alay komutanı (ki sonradan Mustafa Kemal'in yaveri olacaktır) grup karargâhından telefon açtı. Dediğine göre, grup komutanı ona Conkbayırı'na yürüyüp oradaki düşmana saldırmasını emretmişti. Nuri, Conkbayırı'ndaki birlikler ve komuta hakkında bilgi istemiş, ama çok sinirli görünen komutanla kurmay başkanı bu bilgiyi vermekten çekinmişlerdi, ya da bilgi verecek durumda değillerdi. Şimdi Nuri, Mustafa Kemal'e, 'Lütfen durum hakkında beni aydınlatınız,' diye yalvarıyordu. 'Ortalıkta komutan diye bir şey yok!'

Mustafa Kemal, ona hemen Conkbayırı'na yürümesini emretti ve 'Komutanı olaylar tayin edecektir,' diye ekledi.
 
Dtkn
Çırak
Aslında tepeyi tutmakta olan tümenin iki komutanı birbiri ardına vurulmuş ve yerlerine hemen başkaları geçirilmişti. Şimdiki komutan, İstanbul'dan yeni gelmiş olan bir yarbaydı ve cephe harekâtından çok, cephe gerisindeki demiryolu ulaşımını yönetmekte tecrübesi vardı. Üstelik kendinden daha yüksek rütbedeki kurmaylara emir vermek gibi hatır kırıcı bir durumda bulunuyordu. Tehlikeyi önlemek için düşünebildiği tek çare, eline geçen bütün askerleri, plana filân bakmaksızın Conkbayırı'na yollamaktan ibaretti. Mustafa Kemal, grup komutanlığına telefon ederek bu durumu eleştirdi ve hemen önlem alınmasını istedi. Ama 'Elimizden geleni yapıyoruz'dan başka cevap alamadı. Bu telefon konuşmasından ve okuduğu emirlerden şu sonucu çıkardı: Grup komutanlığındaki kurmaylar ne yapacaklarını şaşırmışlar ve sorumluluğu birbirlerinin üstüne atmaya başlamışlardı. Bu durum üzerine o akşam hatıra defterine, 'Sorumluluk yükü ölümden de ağır,' diye yazdı.

Çok geçmeden, durum daha da gerginleşti. Anafartalar Grubu Komutanı Albay Fevzi Bey, Von Sanders'in istediği takviye tümenleriyle birlikte Bolayır'den gelmişti. Mustafa Kemal ona hemen bir mesaj göndererek, kendisinden milletin selâmeti adına, Conkbayırı'ndaki nazik duruma Von Sanders'in dikkatini çekmesini istedi. Az sonra kurmay başkanı, Von Sanders adına kendisine telefon ederek durum üzerindeki görüşünü sordu. Mustafa Kemal düşüncesini kesin bir dille bildirdi. Düşman genel bir saldırıya geçmişti. Yaptığı çıkarmalar sonucu, çok üstün bir durumdaydı. Bütün dağ dizisinin elden gitmesini istemiyorsa, hemen harekete geçmek gerekirdi. Mustafa Kemal, 'Tek bir dakikamız kaldı,' dedi. 'O dakikayı da kaçırırsak genel bir felâketle karşı karşıya geleceğiz.'

Buna karşı ne düşündüğü sorulunca, 'Birleşik bir komuta,' diye cevap verdi. Sonra daha da ileri giderek, 'Tek çare, bütün birlikleri benim emrime vermektir,' dedi.

Kurmay başkanı biraz alayla, 'Çok gelmez mi?' diye sordu.

Mustafa Kemal, 'Az gelir!' diye cevap verdi.

Felâket sadece Sarıbayır'ı değil, kuzeyindeki Suvla cephesinde bulunan Anafarta sırtını da tehdit ediyordu. Anafartalar'da Binbaşı Willmer'in emrindeki üç tabur, kırk sekiz saate yakındır tepeyi tutmaktaydı. Bu askerler hayatlarını sadece İngilizlerin kararsızlığına borçluydular. İngiliz askerleri o günü tepelere tırmanacak yerde, Kolordu Komutanları General Stopford'un sayesinde kumsallarda denize girmekle geçirmişlerdi. Ama bu elbette böyle sürüp gidecek değildi. İngilizler her an saldırıya kalkabilirlerdi.

Fevzi Bey, Bolayır'den gelen askerlerinin hemen o gün, yani 8 Ağustos sabahı İngilizlere karşı harekete geçmeye hazır olacaklarına dair Von Sanders'e düşünmeden söz vermişti. Ama şimdi o da kararsızlık içindeydi. Vakit öğleyi geçtiği halde askerler hâlâ hazır değildiler. Fevzi Bey onların ertesi sabah şafaktan önce saldırıya hazır olamayacaklarını ileri sürüyordu. Von Sanders öfkeyle o akşam saldırıya girişilmesinin gerekli olduğunda ısrar etti. Fevzi, tümen komutanlarının düşüncesine göre bunun mümkün olmadığım söyledi. Askerler yorgun ve açtılar. Araziyi tanımıyorlardı. Yeteri kadar topları yoktu.

Von Sanders: 'Grup komutanı sizsiniz, siz ne diyorsunuz?' diye sordu. Fevzi Bey, 'Ben de onlar gibi düşünüyorum,' diye cevap verdi. Liman von Sanders hemen o an Fevzi'yi komutanlıktan aldı. Sonradan, 'O akşam Anafartalar kesimindeki bütün kıtaların komutasını On Dokuzuncu Tümen Komutanı Mustafa Kemal Beye verdim,' diye yazacaktı. 'Kendisi sorumluluğu sevinçle karşılayan bir önderdir... Enerjisine tam güvenim vardır.' Mustafa Kemal de o akşam kendi kendini kutlayan bir ruh durumu içinde hatıra defterine şu felsefi düşünceleri not ediyordu: 'Tarih ne güzel bir ayna! İnsanlar, özellikle ahlâkça geri kalmış soylardan gelenler, kutsal davalar karşısında bile kötü duygularını açıklamaktan kendilerini alamazlar. Büyük tarih olaylarına katılanların davranış ve tutumları, ahlâklarının gerçek niteliğini ortaya çıkarır.'

Mustafa Kemal en sonra bütün cephenin denetimini ele almıştı. Sükûnetle, önce sabahleyin Conkbayırı'na yapılacağından emin olduğu saldırıya karşı gerekli önlemleri aldı. Sonra tümen komutanlığını başkasına devretti. Tümene, askerlere cesaret veren ve fedakârlıklarını öven bir ayrılık mesajı yazdı. Gece yarısından az önce de atına binerek kuzeye, Anafarta sırtlarına doğru yola çıktı. Asıl tehlike şimdi buradaydı. Anafartalar henüz savaş görmemişti. Mustafa Kemal hatıra defterine, 'Dört aydır ilk olarak, az çok temiz bir havayı içime sindiriyorum,' diye yazdı. 'Çünkü Arıburnu ve dolaylarında teneffüs ettiğimiz hava çürümüş insan cesetlerinin kokusuyla zehirlenmişti.'

Hem kendine bakması, hem de kayıpların ağır olacağını sandığı Anafartalar cephesinde bir revir kurması için, tümen doktorunu da yanına almıştı. Mustafa Kemal, kaç gecedir uyku uyumamış, sadece yorgunluktan değil, aynı zamanda bir türlü silkip atamadığı, sürekli bakım isteyen sıtma nöbetlerinden ötürü halsiz düşmüştü. Avurdu avurduna yapışmış, benzi sararmış; çukura batık gözlerine dalgın bir ifade gelmişti. Özellikle şu anda elinde ne kendinin, ne de düşmanının kuvvetine dair kesin bilgi olmayışından çok tasalanıyordu. Ama bu dış gerginliğin ötesinde, içi güven doluydu. Sorumluluk ona uyarıcı bir ilâç etkisi yapıyordu. Kendinden aşağı gördüğü birtakım kişilerin yanlışlarına ve yarattıkları karışıklıklara karşı bir şey yapamamaktan doğan bir öfke içinde, eli kolu bağlı olarak seyirci kalmayacaktı artık. İstediği gibi hareket etmekte serbestti ve askeri durumu keskin ve hesaplı bir şekilde kavradığı için, yapılması gereken işi, henüz ayrıntılarıyla değilse bile, genel çizgileriyle biliyordu. Aldatıcı bir iyimserliğe kapılmış değildi. Başka komutanların, hayatları ya da meslekleri pahasına kaybetmiş oldukları bir savaşı devralmış olduğunun farkındaydı. Kendisi de başarısızlığa uğrayabilirdi. Ama bütün iradesi, bütün yurtseverliği ve kendi yeteneğine olan bütün inancıyla zafere ulaşmak isteğindeydi. İleride o geceki duygularını şöyle anlatacaktı: 'Böyle bir sorumluluğu yüklenmek kolay iş değildi; ama zaten vatanım mahvolduktan sonra ben de yaşamamaya karar vermiş olduğum için, bu sorumluluğu lâyık olduğu gururla üzerime aldım.'

Mustafa Kemal, cephedeki kargaşalığın izlerini hemen gördü. 'Bıçağın kemiğe dayanmış olduğu şu sırada,' askerlerinin çarpıştığı yerden çok uzaklarda bomboş duran bir tümen komutanıyla maiyetine rastladı. Hemen cepheye gitmelerini emretti. Bir başka karargâhı zifiri karanlık içinde buldu. Ne bir ışık vardı, ne de bir ses. Herkes uykudaydı. Mustafa Kemal'le yanındakiler onlara seslendiler. Bu sahneyi hatıra defterinde şöyle anlatır: 'Çadırların birinden bağırışlarımıza cevap olarak gecelikli bir adam çıktı. 'Burası neresi?' diye sordum. 'Binbaşı Willmer'in karargâhı,' dedi. Ama pek bir şeyden haberi yok gibiydi. Beni komutana götürmesini söyledim. Fakat adam komutanı tanımadığı için dediğimi yapmak istemedi. Sadece eliyle karanlıkta bir yeri gösterdi. Bizi oraya götürmesi için zorladım. Willmer'in yattığı kulübeye götürdü. Willmer uyuyordu. Maiyetindeki subaylardan biri olan Haydar Bey'le görüştüm. Anafartalar grubu karargâhının nerede olduğunu sordum. 'Bugün buradaydı, ama sonra,' -eliyle kuzeyi göstererek- 'şu taraflara bir yere kaldırıldı,' diye cevap verdi. Subay, Mustafa Kemal'in bilmediği bir yer adı söylemişti.
 
Dtkn
Çırak
Vakit kaybetmek istemeyen Mustafa Kemal, karanlıkta atını o yöne doğru sürdü. Gece yarısından sonra, saat 1.30'da, grup karargâhını buldu. Kurmay başkanı, subaylarla beraber kendisini bekliyordu. Mustafa Kemal'in ilk işi, düşmanın yerini ve kuvvetini sormak oldu. Kendi emrindeki iki tümen neredeydi, durumları neydi? Grup komutanlığının onlara vermiş olduğu son emirler nelerdi? Kurmay başkanı bunlara kesin bir yanıt veremiyordu. O zaman Mustafa Kemal, kendinden önceki komutanı Fevzi Beyin nerede olduğunu sordu. Çadırında uyuyor, dediler. Uyandırılması ve son verdiği emri kendi önünde doğrulaması gerektiğini söyledi. Kurmay başkanı, imzasız bir emir kâğıdı gösterdi.

Mustafa Kemal, 'Bu emri Fevzi Bey verdiyse altını imzalasın,' diye ısrar etti.

Kurmay başkanı, Mustafa Kemal'le Fevzi arasında birkaç kere gitti, geldi. Ama, Fevzi imza atmayı reddediyordu. Mustafa Kemal en sonunda imzadan vazgeçti. Kurmay subaylarını toplayarak tümenlerin nerede olduğunu ve hücum için ne emir aldıklarını sordu. Subaylar bildikleri kadarını söylediler. İçlerinden biri, cepheyi biraz görmüş olan bir kurye, ötekilerden biraz daha açıklayıcı bilgi verdi. Ama durum yine de aydınlanmış olmadı. Neredeyse sabah olacaktı; fazla soruşturma yapacak zaman yoktu. Mustafa Kemal hemen bir emir yazarak komutanın kendine geçtiğini bildirdi ve bir sırttan öbürüne kadar bütün cephe boyunca genel bir saldırı emri verdi. Subaylardan mevzilerini ve almış olduklan önlemleri hemen kendisine bildirmelerini istedi. Emrin birer örneğini iki subay eliyle tümen komutanlarına gönderdi. Sağlık hizmetleri, kumanya ve öteki levazım konusunda hiçbir hazırlık yapılmamış olduğunu görerek, bu konuda da gereken önlemleri aldı. Sonra sabaha karşı saat 4.30'da atına bindi ve yanındaki bir gözetleme yerine gitti. Yakında başlayacak olan çarpışmayı buradan izleyecek ve yönetecekti.

Çarpışmanın sonucu, Türklerle İngilizlerin Anafartalar sırtı doruklarında ve özellikle Tekke Tepe'ye ulaşmak için yapacakları yanşa bağlıydı. İki taraf da -özellikle, Türklerden çok, İngilizler- iki günlerini boşa geçirmişlerdi. Şimdi kaybettikleri zamanı kazanmak için acele ediyorlardı. Liman von Sanders, acımaksızın grup komutanlarını değiştirirken, daha az sert bir kumandan olan lan Hamilton en sonunda Suvla önüne gelmiş bulunuyor ve isteksiz tümen komutanlarına, Tekke Tepe'yi şafakla beraber almaları için söz dinletmeye çalışıyordu. Tepede, Türkleri engelleyecek tek bir taburun bile, geriden gelen orduya hesapsız yardımı dokunabilirdi.

Ne var ki, bu bir tek tabur da kısa zamanda güçlüklerle karşılaştı. Komutan askerlerini toplamak için fazla vakit harcamıştı. Erler yorgunluktan sersem gibiydiler; yola koyulmadan bir gecikme daha oldu. Bir bölük, ötekilerin arkadan gelmesini söyleyerek önden gitti. Bu arada Türkler de bayırın öbür yanından tepeye doğru tırmanmaktaydılar. Fundalık arasından ilerlemek zordu ve İngiliz bölüğü dağınık gruplara ayrılmıştı. Gün doğar doğmaz önden ve yandan Türklerin sürekli ateşiyle karşılaştılar. Sonunda tepeye varan bir avuç İngiliz, karşı yamaçtan gelmiş olan bir Türk müfrezesini karşısında buldu. Tekke Tepe yarışını tam yarım saat farkla Türkler kazanmıştı.

Mustafa Kemal'in askerleri yokuş aşağı, düşman kuvvetlerinin arasına ölüm ve felâket saçarak iniyorlardı. Sir lan Hamilton, zırhlısının güvertesinden teleskopla izlediği sahneyi sonradan şöyle anlatır:

Çok geçmeden şarapneller solumuzdaki siperlerin üzerine düşmeye ve askerler kuzeyden güneye panik halinde kaçmaya başladılar. Daha dikkatli bakınca, düşmanın kendi attığı şarapnellerin ardından ilerlemekte ve bizim hattı soldan merkeze doğru püskürtmekte olduğunu görebiliyorduk.. Bizim merkez kesimi, durmadan ilerleyen Türkleri geri püskürtmek için son bir gayretle silkinir gibi oldu... Sonra sabah saat 6 sıralarında bütün kesimler, sağ kanat da içinde olarak, ansızın çöküverdi. Bizimkiler sadece gerilemekle kalmadılar, bazıları hemen hemen denize kadar kaçıp geldiler.

Bütün sırtlarda görünüş aynıydı. Kitchener ordusundaki askerler, Türkler üzerimizde!' feryadıyla darmadağın olmuştu. Türklerin ateşi o kadar şiddetliydi ki, fundalar tutuşuyor ve İngilizler canlarını kurtarmak için çil yavrusu gibi kaçışıyorlardı. Öğle olunca, Mustafa Kemal, Suvla savaşının kazanıldığına inandı. Askerlerine siper kazmalarını emretti. Tam mevcudu bile olmayan tek bir tümenle, çok daha güçlü bir düşmanı yerinden söküp atabilmişti. Sonradan, bu zaferin düşmanı gafil avlamak sayesinde kazanılmış olduğunu söyledi. Küçük kümeler halinde ilerleyen düşman, çarpışmaların hafif olacağını sanmıştı. Oysa, komutanları tarafından iyi örgütlenen ve nişancılık bakımından daha üstün olan Türk askerleri yokuş aşağı daha da etki kazanan atışlarıyla düşmanın maneviyatını kırmışlardı. Mustafa Kemal, orada bulunduğu halde, emirlerinin uygulanmasını sağlayamayan Hamilton'un tereddüdü karşısında şaşıp kaldığını belirtmekten kendini alamadı. Hamilton'un komutanlarının zamanında karar almaktaki yetersizlikleri ve 'yenilgiye yol açan bir sorumluluk korkusu' içinde olduklarını sezmişti. Öyle ki, General Stopford'un nazikliğinden savaşa bir türlü başlamayıp kendisinin gelmesini bekler gibi bir hali olduğunu alaycı bir dille belirtti.

Anafartalar, böylece güven altına alındı. Suvla saldırısı püskürtülmüştü. Ama düşmanın, Sarıbayır'dan da atılması gerekiyordu. Conkbayırı'nda durum, her zamankinden daha korkuluydu. Anzakların geceleyin yaptıkları yeni bir saldırı, tam başarıya ulaşmamış da olsa, sırttaki yerlerini biraz daha sağlamlaştırmaya yaramıştı. Conkbayırı'nı hâlâ bütün savaşın mihveri olarak gören Mustafa Kemal, Suvla ovasındaki ilerleyişi durdurdu ve en güvendiği iki alayı sırta doğru bir karşı saldırıyla görevlendirdi. Erler gecenin yarısından beri savaşmaktaydılar ve dinlenmeye hak kazanmışlardı. Onun için Mustafa Kemal, iki tümenin komutan vekillerine şu talimatı verdi: 'Bu gece Conkbayırı'ndaki askerlerimizden büyük fedakârlıklar isteyeceğim. Bu arada bölgede savaşa katılacak olan iki piyade alayına sıcak çorba sağlamanızı bildiririm.'

Sonra Liman von Sanders'le hücum planı üzerinde görüşmeye gitti. Liman, Kocaçimen tepesinin altındaki Ağıldere bölgesinde, düşmanın sol kanadına doğru bir saldırıyı uygun buluyordu. Mustafa Kemal'se doğrudan doğruya tehlikenin kaynağı olan Conkbayırı'na cepheden saldırmayı tercih ediyordu. Orası tekrar ele geçirilirse, Ağıldere'deki düşman kendiliğinden çekilmek zorunda kalacaktı. Liman, Mustafa Kemal'i karar vermekte serbest bıraktı: 'Bu harekâtın sorumluluğunu siz üzerinize aldınız. Planlarınıza karışmak istemem,' dedi. 'Sadece aklımdan geçeni, bir düşünce olarak söylemek istedim.'
 
Dtkn
Çırak
Mustafa Kemal, savaşı cephe üzerinde bizzat yönetmek niyetindeydi. Akşam üzeri atına binerek maiyetiyle birlikte sırt boyunca Conkbayırı'na doğru gitti. Bir düşman uçağı alçalarak tepelerine doğru gelmeye başladı. Subaylar kaçıştılar; Mustafa Kemal yanında bir tek subayla patikanın ortasından ilerlemeye devam etti. Uçak da, onları bir süre izlediyse de, saldırıya geçmedi. Zirvenin arkasındaki tümen karargâhına gelince, atıyla siperler arasında dolaştı ve birlik komutanlarıyla ayrı ayrı görüştü.

Komutanlara, askerlerini toplayarak onlara, taze bir ruhla dövüşmeleri için cesaret vermelerini bildirdi. Komutanın zayıflaması erlerin de maneviyatım sarsmıştı. Bütün sıkıntılar bundandı. İnsiyatifi kıt, eğitim ve öğrenimden yoksun olan Osmanlı askeri, yönetimsiz de kalınca ne yapacağını bilemezdi. Bu yönetimi yeniden kurmak görevi Mustafa Kemal'e düşüyordu. Sekizinci Tümene şafakta saldırıya geçmek üzere hazırlık emri verdi. Yolda olan iki alay da bu tümeni takviye edecekti. Biraz sonra tümen komutanı, yanında Galip adında bir kurmay subayı olduğu halde onu görmeye geldi. Galip, maiyetindeki bazı subayların görüşlerini belirtmek için izin istedi. İki gündür Conkbayırı'na saldırmaktaydılar. Ağır kayıplar vermiş, fakat hiç başarı sağlayamamışlardı. Cesaretleri iyiden iyice kırılmış durumdaydı ve yeni bir saldırının, dışarıdan gelen iki alayın yardımıyla bile, başarıya ulaşabileceğine inanmıyorlardı. Üstelik alaylardan biri de henüz gelmemişti. Onsuz başlanacak bir saldırı bozgunla sona erebilirdi.

Mustafa Kemal bu subayı tanır ve sayardı. Onun ateş altında ne kadar yürekli olduğunu görmüştü. Başta onun bu disipline aykırı davranışına canı sıkılmakla beraber, içinden, düşüncelerinin akla uygun olduğunu kabul ediyordu. Ancak, sonradan hatıra defterine yazdığı gibi, 'bazı inançlar mantık ve muhakeme kurallarıyla açıklanamaz'dı; ve 'savaşın en kanlı ve ateşli anında içimizde duyduğumuz inançlar da böyledir. Galip'in söyledikleri durumu çok iyi açıklıyordu. Ama yine de görüşleri benim kararımı değiştiremezdi. Düşmanı apansız bir baskınla gafil avlayarak yenebileceğimiz sonucuna varmıştım. Bunu başarabilmemiz için bize sayı üstünlüğünden daha çok, soğukkanlılık ve cesur bir komuta gerekiyordu.'

Böylece, Mustafa Kemal tümen komutanına, kararın kesin olduğunu ve ikinci alay gelse de, gelmese de uygulanacağını bildirdi. O geceyi tümen karargâhında, her şeyi kendisi denetleyerek geçirdi. Bu, uykusuz kaldığı dördüncü gece oluyordu; sıtmadan son derece rahatsızdı; ateşi yüksekti. Ama, dinlenmesine olanak yoktu. Bir yandan saldırı düzenlerken, bir yandan da Anafartalar cephesini yönetmek zorundaydı. Bu cepheden gelen haberler ya eksik ya da yanlış oluyordu. Ayrıca, buradaki kuvvetlerin içindeki karışıklığı bir düzene sokmaya çalışıyor, fakat ya kayıp birliklerini ya da komutanlarını arayan subaylar çadırına girip çıkarak kendisini boyuna tedirgin ediyorlardı.

Şafaktan önce Mustafa Kemal, çadırının önüne çıktı ve her şeyin hazır olup olmadığını görmek için çevresine bakındı. Düşmana ancak yirmi metre kadar uzaklıkta olan gözetleme mevzilerine bir alay yerleştirmişti. Bunun otuz metre kadar gerisindeki bir başka hatta da, karanlığın da yardımıyla sessizce, iki alay daha sürmüştü. Sonuncu alay da vaktinde yetişirse, durumun gerektirdiği şekilde savaşa sokulacaktı. İlk saldın tam bir sessizlik içinde yapılacaktı. Ne top, ne de tüfek atılmaması için kesin emir vermişti. Süngüden başka hiçbir silah kullanılmayacaktı. Her iki hattaki askerler de karanlıkta hiç ses çıkarmadan, hızla düşmanın üzerine atılacaklardı. Savaşın kaderi bu ilk iki dakika içinde sürprize bağlıydı. Ondan sonra ne olacağını olaylar gösterecekti.

Mustafa Kemal saatine baktı ve hemen hemen dört buçuk olduğunu gördü. Birkaç dakika sonra ortalık aydınlanacak ve düşman birbirine yakın kümelenmiş duran Türk askerlerini görebilecekti. Eğer görür ve ateş açarsa, saldırı suya düşerdi. Mustafa Kemal ileriye doğru koştu. Tümen komuları da yanına geldi. Öteki subaylarla birarada erlerin önünde durdular. Mustafa Kemal, siperler boyunca ilerleyerek alçak sesle erlere talimat verdi: 'Askerlerim, karşınızdaki düşmanı mutlaka yeneceğiz. Yalnız acele etmeyin. Ben önden gideceğim. Kırbacımı kaldırır kaldırmaz hepiniz ileri atılın.' Öteki subaylara da erlere aynı işareti vermelerini söyledi. Sonra, birkaç adım ilerledi ve kırbacını kaldırdı. Bir an içinde, erler süngü takmış, subaylar kılıçlarını çekmiş olarak, sonradan kendi anlattığına göre, 'aslanlar gibi' karanlığın içine atıldılar. Bir an sonra düşman siperlerinden yalnız 'Allah!' sesleri duyuluyordu.

İngiliz askerleri, silaha davranmaya bile vakit bulamamışlardı. Siperlerdekiler, ezici bir sayı üstünlüğü altında can vermiş, açıktakiler de çabucak yok edilmişlerdi. Hamilton'un cephe hattı yıkılmıştı. Kendi anlatışıyla, 'ezici düşman yığını' tepeden, bayırlardan aşağı sel gibi inerek sağ kanadını sarmış ve aşağıdaki hatları yanp geçerek, birliklerini tepeden aşağı silip süpürmüştü. 'Generallerin er safında dövüştüğü ve erlerin ellerindeki silahları atıp gırtlak gırtlağa boğuştuğu bir çarpışmaydı bu... Türkler tekrar tekrar saldırıyor, Tanrının adını anarak şahane bir şekilde dövüşüyorlardı. Bizimkiler de bu saldırıya göğüs geriyor ve ırklarının geleneklerine yakışır şekilde kahramanlık gösteriyorlardı. Korkup kaçmak yoktu. Saflarında, gerilemeden can verdiler.'

Ama İngiliz topları da, Türklere tam bir karşılık verdi. Gün ağardıktan sonra, Mustafa Kemal'in yazdığı gibi, Conkbayırı'nı 'cehenneme çeviren' bir mermi yağmuruna tuttular. 'Gökten şarapnel ve demir sağanakları yağıyordu. Deniz toplarının ağır gülleleri toprağa gömülüyor, sonra çevremizde kocaman çukurlar açarak patlıyordu. Bütün Conkbayın koyu bir duman ve ateş tabakasıyla örtülüydü. Herkes kadere boyun eğmiş, başına geleceği bekliyordu.' O ilk hücumun kahramanlarından pek azı sağ kaldı. Sırtlar ceset doluydu. Birçoğu, hâlâ hücum emri beklercesine tüfeklerine sımsıkı sarılmış olarak ölmüşlerdi. Yüksek komutanlardan biri, Mustafa Kemal'e 'Kuvvetleriniz nerede?' diye sorunca, 'Kuvvetlerim mi? İşte bu yatan ölüler!' diye cevap verdi.

Mustafa Kemal korkusuzca ateş altında durarak emirler veriyor ve askerlerini cesaretlendiriyordu. Bir ara bir şarapnel parçası tam göğsüne isabet etti. Yaverlerinden biri dehşet içinde, 'Vuruldunuz efendim!' diye bağırdı. Mustafa Kemal başkaları duymasın diye eliyle yaverinin ağzını kapayarak 'Yok öyle şey!' diye cevap verdi. Şarapnel parçası, göğüs cebine çarparak cebin içindeki saati parçalamış ve göğsünde yalnız büyükçe bir çürük bırakmıştı. Sonradan, Harbiye'deki günlerinden beri kullandığı saati çıkardı ve, 'İşte bir saat ki bir hayat değer!' diye felsefe yürüttü. Çarpışmanın sonunda Liman von Sanders'in isteği üzerine bu saati, bir hatıra olarak ona armağan etti. Liman von Sanders de karşılığında, üzerinde aile arması işlenmiş olan güzel bir kronometre verdi.(1)

Bombardıman Türklere ağır kayıp verdirmekle birlikte, Anzakların Sarıbayır'da tutunmalarını sağlayamadı. Bazı inatçı düşman birlikleri yer yer akşama kadar çarpışmaya devam ettiler. Fakat Anzakların ana kuvveti, sabah ona doğru bayırın eteklerine ve daha aşağıdaki kıyıya kadar püskürtülmüş bulunuyordu. Cephe saldırısı sonucu yanları açık kalan sağ kanattaki üstün düşman kuvveti de geri çekilmek zorunda kalmıştı. Böylece, Mustafa Kemal'in Liman von Sanders'e karşı, saldırının yandan değil, cepheden yapılmasını ileri sürmekte haklı olduğu ortaya çıkmıştı. Sir lan Hamilton hâlâ iyimserlik içinde şöyle yazıyordu: 'Conkbayırı'nı hemen hemen iki gün, iki gece elimizde tuttuk. Şimdiye kadar Türkler biraz sıkıca yerleştiğimiz mevzileri bir daha ele geçirmeyi başaramamışlardı. Bu sefer başardılar mı acaba? Pek sanmıyorum... Türk komutası çok iyiydi: Bunu itiraf ederim. Generalleri bizi hemen Conkbayırı'ndan söküp atmazsa başına ne geleceğini biliyordu. Onun için ilk işleri bu oldu. Ama ziyanı yok, daha son sözümüzü söylemiş değiliz.'

Her şeye rağmen, İngilizler için, tek bir cılız umut daha vardı. Gerçi Conkbayırı büsbütün elden gitmişti ama Suvla'da durumu kurtarabilmeleri henüz mümkündü. Tekke Tepe'yi almak için girişilen yeni bir saldırı da bozguna uğradı. Ancak Türkler, Anafartalar cephesinin kuzeyindeki Kiraz Tepe'de oldukça zayıftılar. Liman von Sanders kuvvetlerini toplayamadan, buraya yapılacak bir düşman saldırısının, sağ yanı da sarıp bütün ordusunu kuşatmasından ciddi olarak korkuyordu. Onun için, ertesi gün de Türkler zaferi henüz tam kazanılmış saymıyorlardı. Sinirleri iyice gergin olan Mustafa Kemal, yorgun erlerini durmadan dövüştürüyor ve onlara hâlâ cephe hattında, bizzat kumanda ediyordu. Şimdi artık hiç yaralanmayacağına güvenerek düşman ateşi altında sanki kendini koruyan bir büyü varmış gibi dolaşıyor ve askerlerinin gözünde bir masal kahramanı niteliğine bürünüyordu. Komutanları bilgiliydi, yürekliydi. Ama, her şeyden çok, şanslıydı da.

Bir gün, söylendiğine göre, bir çarpışma sırasında Mustafa Kemal'in bulunduğu sipere düşman bataryası ateş açar. Menzili tam olarak hesaplamışlardır, mermilerden biri siperin ilerisine düşer; ikincisi yirmi metre kadar yakına ve üçüncüsü daha da yirmi metre yakına... Dördüncü merminin tam siperin kenarına, Mustafa Kemal'in oturduğu yere isabet edeceği kesin şekilde bellidir. Subaylardan biri kaçması için yalvarırsa da o, 'Artıkçok geç,' der. 'Askerlerime kötü örnek olamam.' Ve sigarasını içmeye devam eder. Siperdekiler dehşetten dona kalmış bir halde dördüncü merminin düşmesini beklerler. Fakat hiçbir şey olmaz. Düşman üç mermi atmış, dördüncü atışı yapmamıştır.
 
Üst