Dtkn
Çırak
Kireç Tepe savaşında takviye birlikleri getirmek için cephe gerisinde at üzerindedir. Geçebilecekleri tek yol, denizle sırt arasında, düşman filosunun ateşine açıktır. Askerler bu boğaza gelince dururlar. Mustafa Kemal'e, 'Düşman ölüm saçıyor, kuş bile geçirmiyor,' derler. O hemen, 'Böyle geçebilirsiniz,' diyerek kurmay başkanı ve yaveriyle ileri doğru atılır ve ötekilere de peşinden gelmelerini emreder. Askerler tek sıra halinde onun peşinden koşarlar ve çok kayıp vermekle beraber, mevzii yeniden ele geçirirler.
Kendisinin her an canını vermeye hazır oluşu, emrindekileri de öyle davranmaya zorluyordu. Bu da onu büsbütün efsaneleştiriyordu. Birkaç gün sonra Anafartalar'ın iki tepesini almak için yapılan bir çarpışma sırasında, yedek piyade kuvvetlerinin yetişebilmesi için biraz zaman kazanmak gerekmişti. Mustafa Kemal, Fransız atlılarının Asya kıyısında, piyadelerinin ilerleyişini korumak için, ölüme gittiklerini bile bile şövalyelere yakışır bir saldırıya giriştiklerini duymuştu. Bunu hatırladı ve sert bir kararla, aynı şeyi tekrarlayarak, atlıların komutanına saldırı emri verdi. Komutan önce, 'Başüstüne' dedi, sonra bir duraklama geçirdi. Mustafa Kemal onu geri çağırdı: 'Ne dediğimi anladınız, değil mi?'
'Evet, efendim. Ölmemizi emrettiniz.'
Atlılardan çoğu öldü. Ama onların saldırısı, düşman akınını geciktirmiş ve böylece o önemli zirvenin kurtulmasını sağlamıştı.
Anafartalar'daki bu son, kanlı çarpışmalar, aslında Gelibolu seferinin son çalkantılarıydı. Conkbayırı'nın Türklere geçmesinden hemen bir hafta sonra Sir lan Hamilton telgrafla Kitchener'e başarısızlıklarını bildirmişti. Türkler şimdi sadece sayıca değil, moral bakımından da üstünlük kazanmışlardı. Artık sürprizden de yararlanamayacak olan Hamilton'un saldırıya tekrar başlayabilmesi için yeniden yüz bine yakın asker getirmesi gerekmekteydi. Hamilton, raporunu: 'Karşımızdaki ordu, kahramanca dövüşen ve mükemmel yönetilen gerçek Türk ordusudur,' diye bitiriyordu.
İngilizler iki kez 'sürpriz' silahını kullanmaya kalkışmışlar, ancak arazinin sarplığı, planlarının yanlışlığı ve komutanlarının kararsızlığı yüzünden başarısızlığa uğramışlardı. Üstelik, önceden hor gördükleri Türkler, bu silahı kendilerine karşı çevirmişlerdi. İngilizleri şaşırtan ilk şey, savaşın tam canalıcı anında ve yerinde, askerlikteki ustalığı kendilerine yalnız eşit değil, üstün bile olan bir Türk komutanının ortaya çıkışıydı. İkinci sürpriz de, asıl Türk askeri olmuştu. Mustafa Kemal strateji bilgisinin temellerini kavradığı kadar askerlerinin ruhunu da anlamıştı. Türk psikolojisini ve Türk'ün bir kere başındakilere güvenip de kanı kızıştıktan sonra, nasıl azimle, kıyasıya dövüşebileceğim biliyor, bundan yararlanmayı da iyi başarıyordu. Böylece, Mustafa Kemal'le, Mehmetçik biraraya gelerek Gelibolu yarımadasını kurtarmışlardı. İngiliz resmi tarihçisinin deyişiyle: 'Tek bir tümen komutanının üç ayrı seferde kazandığı başarıların, sadece bir savaşın gidişi üzerinde değil, bütün bir seferin akıbeti ve hattâ bir milletin kaderi üzerinde bu derece derin bir etki bırakması, tarihte eşi çok az görülmüş bir olaydır.'
Mustafa Kemal sonradan Conkbayırı ve Anafartalar çarpışmalarını tarihin en çetin savaş alanları olarak niteledi. Yıllar sonra Çanakkale'deki savaş alanlarını gezerken söylediği sözde hiç yapmacık yoktur. Yanmdakilerden biri buraya neden büyük bir anıt dikilmediğini sorduğu zaman, 'En büyük anıt Mehmetçiğin kendisidir,' diye cevap verdi. 'Bu yerlerin Türkiye sınırları içinde kalması onun sayesindedir.'
Mustafa Kemal şimdi artık dinlenip kendine bakabilirdi. Savaş sırasında bile rahatını sağlamasını bildiği için, çadırından çıkarak ağaç kütüklerinden yapılma rahat bir kulübeye yerleşti. İstanbul'dan gelen bir heyetin üyeleri burasını, 'savaşmak için değil de, huzur içinde denizi seyretmek için yapılmış' bir yere benzettiler, derli topluluğun ve kendilerine sunulan dört türlü yemeğin karşısında şaşınp kaldılar.
Alman bir dostu (2) sıtmanın Mustafa Kemal'i çok zayıf düşürmüş olduğunu gördü ve onun çökmüş hali karşısında dehşete düştü. Ama, Mustafa Kemal'in kafası her zamanki gibi işliyordu. Arkadaşıyla hemen askerlik konularında konuşmaya başladı. Kazanmış olduğu zaferin kesinliğine inanmak kendi kendini aldatmak olurdu. Deniz kuvvetlerinin canalıcı önemine hâlâ eskisi gibi inanıyordu. 'Karada kıstırılmış durumdayız, tıpkı Ruslar gibi, diyordu. Boğazları ve Çanakkale'yi tıkamakla Rusları Karadeniz'in içine kapamış oldum ve eninde sonunda çökmeye mahkûm ettim. Çünkü böylece müttefikleriyle bağlarını kesmiş oldum. Ama biz de çökmeye mahkûmuz, hem de aynı nedenden. Gerçi Akdeniz'in, Kızıldeniz'in ve Hint Okyanusu'nun eteklerindeyiz ama herhangi bir okyanusa açılamıyoruz. Deniz kuvvetinden yoksun bir kara kuvveti olarak yarımadamızı, kara kuvvetlerini çekinmeden getirebilecek olan bir deniz kuvvetine karşı hiçbir zaman savunamayız.'
Aylar geçtikçe savaş durgunlaştı ve yeniden siper çarpışmasına döndü. Mustafa Kemal düşmanın yarımadayı boşaltmaya hazırlandığına inanmaya başlamıştı. Buna fırsat vermeden onu yok etmek için son bir Türk saldırısının tam zamanıdır, diyordu. Ama, yine üstlerine söz dinletemedi. Saldırı için istediği izin, 'Harcanacak kuvvetimiz, hattâ bir tek erimiz bile yok,' diye geri çevrildi. Bunun üzerine, Mustafa Kemal yarımadadaki görevinden alınmasını istedi; von Sanders de onu başka bir göreve atamayı kabul etti. Zaten sağlık durumu kötüleşmişti; cephede kalacak hali yoktu. Burada yapabileceği bir iş de kalmamıştı.
Bu arada Selanik'ten arkadaşı Tevfik Rüştü, doktor olarak Gelibolu'ya gelmişti. Mustafa Kemal o anda aldığı bir kararla, 'Ben de seninle beraber İstanbul'a geleceğim,' dedi. Çoktandır aylık almadığı için bir sürü parası birikmişti. Bunu birlikte harcayacaklardı. Mustafa Kemal böylece Gelibolu yarımadasından ayrıldı.
Başkente varışından on gün sonra Müttefik Kuvvetlerin belli etmeden ve hiçbir kayıp vermeden yarımadadan çekilip gitmiş olduklanm haber aldı. Sonuna kadar, her dediğinde haklı çıkmıştı.
1 Sonradan Türk hükümeti, saati bir müzeye koymak üzere Almanya'dan geri almak istediği zaman, Alman hükümeti, saatin çalınmış olduğunu bildirdi.
2 Ernst Jaeckh.
Kendisinin her an canını vermeye hazır oluşu, emrindekileri de öyle davranmaya zorluyordu. Bu da onu büsbütün efsaneleştiriyordu. Birkaç gün sonra Anafartalar'ın iki tepesini almak için yapılan bir çarpışma sırasında, yedek piyade kuvvetlerinin yetişebilmesi için biraz zaman kazanmak gerekmişti. Mustafa Kemal, Fransız atlılarının Asya kıyısında, piyadelerinin ilerleyişini korumak için, ölüme gittiklerini bile bile şövalyelere yakışır bir saldırıya giriştiklerini duymuştu. Bunu hatırladı ve sert bir kararla, aynı şeyi tekrarlayarak, atlıların komutanına saldırı emri verdi. Komutan önce, 'Başüstüne' dedi, sonra bir duraklama geçirdi. Mustafa Kemal onu geri çağırdı: 'Ne dediğimi anladınız, değil mi?'
'Evet, efendim. Ölmemizi emrettiniz.'
Atlılardan çoğu öldü. Ama onların saldırısı, düşman akınını geciktirmiş ve böylece o önemli zirvenin kurtulmasını sağlamıştı.
Anafartalar'daki bu son, kanlı çarpışmalar, aslında Gelibolu seferinin son çalkantılarıydı. Conkbayırı'nın Türklere geçmesinden hemen bir hafta sonra Sir lan Hamilton telgrafla Kitchener'e başarısızlıklarını bildirmişti. Türkler şimdi sadece sayıca değil, moral bakımından da üstünlük kazanmışlardı. Artık sürprizden de yararlanamayacak olan Hamilton'un saldırıya tekrar başlayabilmesi için yeniden yüz bine yakın asker getirmesi gerekmekteydi. Hamilton, raporunu: 'Karşımızdaki ordu, kahramanca dövüşen ve mükemmel yönetilen gerçek Türk ordusudur,' diye bitiriyordu.
İngilizler iki kez 'sürpriz' silahını kullanmaya kalkışmışlar, ancak arazinin sarplığı, planlarının yanlışlığı ve komutanlarının kararsızlığı yüzünden başarısızlığa uğramışlardı. Üstelik, önceden hor gördükleri Türkler, bu silahı kendilerine karşı çevirmişlerdi. İngilizleri şaşırtan ilk şey, savaşın tam canalıcı anında ve yerinde, askerlikteki ustalığı kendilerine yalnız eşit değil, üstün bile olan bir Türk komutanının ortaya çıkışıydı. İkinci sürpriz de, asıl Türk askeri olmuştu. Mustafa Kemal strateji bilgisinin temellerini kavradığı kadar askerlerinin ruhunu da anlamıştı. Türk psikolojisini ve Türk'ün bir kere başındakilere güvenip de kanı kızıştıktan sonra, nasıl azimle, kıyasıya dövüşebileceğim biliyor, bundan yararlanmayı da iyi başarıyordu. Böylece, Mustafa Kemal'le, Mehmetçik biraraya gelerek Gelibolu yarımadasını kurtarmışlardı. İngiliz resmi tarihçisinin deyişiyle: 'Tek bir tümen komutanının üç ayrı seferde kazandığı başarıların, sadece bir savaşın gidişi üzerinde değil, bütün bir seferin akıbeti ve hattâ bir milletin kaderi üzerinde bu derece derin bir etki bırakması, tarihte eşi çok az görülmüş bir olaydır.'
Mustafa Kemal sonradan Conkbayırı ve Anafartalar çarpışmalarını tarihin en çetin savaş alanları olarak niteledi. Yıllar sonra Çanakkale'deki savaş alanlarını gezerken söylediği sözde hiç yapmacık yoktur. Yanmdakilerden biri buraya neden büyük bir anıt dikilmediğini sorduğu zaman, 'En büyük anıt Mehmetçiğin kendisidir,' diye cevap verdi. 'Bu yerlerin Türkiye sınırları içinde kalması onun sayesindedir.'
Mustafa Kemal şimdi artık dinlenip kendine bakabilirdi. Savaş sırasında bile rahatını sağlamasını bildiği için, çadırından çıkarak ağaç kütüklerinden yapılma rahat bir kulübeye yerleşti. İstanbul'dan gelen bir heyetin üyeleri burasını, 'savaşmak için değil de, huzur içinde denizi seyretmek için yapılmış' bir yere benzettiler, derli topluluğun ve kendilerine sunulan dört türlü yemeğin karşısında şaşınp kaldılar.
Alman bir dostu (2) sıtmanın Mustafa Kemal'i çok zayıf düşürmüş olduğunu gördü ve onun çökmüş hali karşısında dehşete düştü. Ama, Mustafa Kemal'in kafası her zamanki gibi işliyordu. Arkadaşıyla hemen askerlik konularında konuşmaya başladı. Kazanmış olduğu zaferin kesinliğine inanmak kendi kendini aldatmak olurdu. Deniz kuvvetlerinin canalıcı önemine hâlâ eskisi gibi inanıyordu. 'Karada kıstırılmış durumdayız, tıpkı Ruslar gibi, diyordu. Boğazları ve Çanakkale'yi tıkamakla Rusları Karadeniz'in içine kapamış oldum ve eninde sonunda çökmeye mahkûm ettim. Çünkü böylece müttefikleriyle bağlarını kesmiş oldum. Ama biz de çökmeye mahkûmuz, hem de aynı nedenden. Gerçi Akdeniz'in, Kızıldeniz'in ve Hint Okyanusu'nun eteklerindeyiz ama herhangi bir okyanusa açılamıyoruz. Deniz kuvvetinden yoksun bir kara kuvveti olarak yarımadamızı, kara kuvvetlerini çekinmeden getirebilecek olan bir deniz kuvvetine karşı hiçbir zaman savunamayız.'
Aylar geçtikçe savaş durgunlaştı ve yeniden siper çarpışmasına döndü. Mustafa Kemal düşmanın yarımadayı boşaltmaya hazırlandığına inanmaya başlamıştı. Buna fırsat vermeden onu yok etmek için son bir Türk saldırısının tam zamanıdır, diyordu. Ama, yine üstlerine söz dinletemedi. Saldırı için istediği izin, 'Harcanacak kuvvetimiz, hattâ bir tek erimiz bile yok,' diye geri çevrildi. Bunun üzerine, Mustafa Kemal yarımadadaki görevinden alınmasını istedi; von Sanders de onu başka bir göreve atamayı kabul etti. Zaten sağlık durumu kötüleşmişti; cephede kalacak hali yoktu. Burada yapabileceği bir iş de kalmamıştı.
Bu arada Selanik'ten arkadaşı Tevfik Rüştü, doktor olarak Gelibolu'ya gelmişti. Mustafa Kemal o anda aldığı bir kararla, 'Ben de seninle beraber İstanbul'a geleceğim,' dedi. Çoktandır aylık almadığı için bir sürü parası birikmişti. Bunu birlikte harcayacaklardı. Mustafa Kemal böylece Gelibolu yarımadasından ayrıldı.
Başkente varışından on gün sonra Müttefik Kuvvetlerin belli etmeden ve hiçbir kayıp vermeden yarımadadan çekilip gitmiş olduklanm haber aldı. Sonuna kadar, her dediğinde haklı çıkmıştı.
1 Sonradan Türk hükümeti, saati bir müzeye koymak üzere Almanya'dan geri almak istediği zaman, Alman hükümeti, saatin çalınmış olduğunu bildirdi.
2 Ernst Jaeckh.