Bir Askerin Siperdeki Ilk Gecesi (1915)
"Sevgili kardesim Müfit Necdete
Basları göklere dogru uzanmıs, dagların üzerinde kartallar gibi uçusan
bulutlar, altın kurdelelerle islenirken muhitin sükun ve sukut ile titreyen
kalbinde, karanlıkları yaran zulmetlere meydan okuyan bir seda yükseldi.
Silah basına!
Bu emir birkaç sahısta birkaç agızda tekrar edilerek, yansıdı. Artık
gölgeler dolasıyor, fısıltılar çogalıyor. Bazen kısa , sert ve keskin
emirler duyuluyordu. Düsman taarruz ediyormus deniliyor ve bu cümleyi
hafif alaycı
bir tebessüm takip ediyordu. Hiçbir yerde hiçbir kimsede olaganüstülük
görülmüyordu. Ölüme karsı gitmeye hazırlanan bu cesur kahramanlar üzerinde
küçük bir tereddüt bile hissedilmiyordu. Yalnız sükun ve intizamla çalısan,
düsmana karsı koyacak, ölümle çarpısacak fakat vatanı kurtarmaya azmetmis,
milletin namusuyla eglenen, yurdun, Türkün mukaddesatıyla görülüyordu. Genç
subaylar kılıçlarını kusanıyor, azimkar gözlerle düsman istikametinde
yıldızlardan haber sezmeye ugrasıyorlardı.
Bunlarda benim gibi, hepsi de genç, yeni terfi etmis, gençlik devresinin
atesli ihtirasını yenmeden, gençligin zevk ve emellerine doymadan, vatanın
bagrında alçalmıs çizmelerle, düsmana haddini bildirmek için namuslarına
tecavüz edilmis millettaslarının, hakaret görmüs kardeslerinin intikamını
almak için, din için, namus için, vatan için istikballerini çigneyerek
yurdun istikbali ugruna hudutlara kosmuslardı.
Önde cüretkar adımlarla yürüyen dinç, vakarlı subaylar, arkasında gözleri
vatanın her tarafına sokulmak isteyen düsmana simsekler, atesler saçan bir
kıta. Bunlar ayaklarının hareketiyle meydan gelen küçük, hafif çıtırtıları
duymayarak, mehtabın ısıklarından sabahın oluguna hükmeden bülbüllerin
ötüsüne asla ehemmiyet vermeyerek etrafın yesil ormanları arasından
gösterilen istikamette, düsmanı kahretmek için ilerliyordu. Sert, kısa ve
emredici bir ses, gecenin mahsur karanlıgı içinde uçustu; Istikamet 34
Nolu savunma noktası...!
Baslar sola, ayaklar sola, mangalar sola döndü. Artık yüksek, çetin çakıllı,
manalı, bir dag tırmanılıyordu. Mesafenin verdigi yorgunlukla terleyen
yüzünü, beyaz MIM markalı mendile silerken, kalbimde saklayamayacagım bir
acı duydum. Ruhum ezildi. Gözlerimde hayaller, beynimde birer birer mazinin
tatlı
hayalleri dolastı. Batıya döndüm. Istanbul beyaz ufuklarına dogru 3 senedir
hasret çektigim bir mevcudiyetin hayaline yemin ettim. Vatanın düsman
ayakları, camileri hac gölgeleri altında görmektense, genç hemsirelerin
namusları ayak altına alınmak, ihtiyar annelerin beyaz saçlarına hakaret
edilmektense, senin; Özellikle senin, Ey güzel hayal! Düsman kucagında
çırpındıgını duymaktansa , su yüksek tepenin bulutlara karısmıs zirvelerinde
bayragım gibi kırmızı kanlara boyanarak ölümü isterim. Dedim.
Mukaddesatımı çignemek isteyen, Kabeme haclar yerlestirmek isteyen, bu sefil
düsman leslerinden kan abidesi ve zafer teskil etmeden ölmeyecegim.
Gözlerimde beyaz ve güzel bir hayal, ellerimde ölüm püsküren küçük ve
yuvarlak bombalar oldugu halde yürüdüm. Ilk bombayı sevgilim namına
ateslerken batıya, onun diyarına bulutlarla selamlar hürriyetler yolladım
Oglun Hasan Etem
4 Nisan 1331
(17 Nisan 1915)
"Validecigim,
Dört asker dogurmakla müftehir sanlı Türk annesi!
Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yesillik bir ovacıgın
ortasından geçen derenin kenarındaki armut agacının sayesinde otururken
aldım. Tabiatın yesillikleri içinde mest olmus ruhumu bir kat daha takviye
etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Söyle güzel ve
mukaddes bir vazifenin içinde bulundugumdan sevindim. Gözlerimi açtım,
uzaklara dogru baktım. Yesil yesil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek
egilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden
tarafa dogru egilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik
ediyorlardı. Gözlerimi biraz saga çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki
muhtesem çam agaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebsir
ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cıgıl cıgıl akan dere, bana
validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Basımı
kaldırdım, gölgesinde istirahat ettigim agacın yapraklarına baktım. Hepsi
benim sevincime istirak ettigini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu.
Diger bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedası ile beni teshir
ediyor ve hissiyatıma istirak ettigini ince gagalarını açarak göstermek
istiyordu. Iste bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
-Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
-Pekala, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...
-Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.
-Efendim, su derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
-Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
-Iste onun çobanından 10 paraya aldım.
Validecigim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamıs. Koyundan simdi
sagılmıs, aldım ve içtim. Fakat bu sırada düsünüyorum. Ben validemin
sayesinde onun gönderdigi para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur
mu? Sevket neden içmiyor? Fakat yukarıdaki bülbül bagırıyordu: "Validen
kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak,
bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akısını
tetkik edecek ve çıkardıgı sesleri duyacak idi."
Sevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür. Fakat
validecigim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara
getirecegim. Ve su tabii manzarayı gösterecegim. Sevket, Hilmi de senin
sayende görecektir. O güzel çayırın koyu yesil bir tarafında, çamasır
yıkayan askerlerim saf saf dizilmisler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu
Ey Allahım, bu ovada onun sesi be kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler
bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her sey,
bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de
bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yesil çayırların üzerine
diz çöktüm. Bütün dünyanın dagdaga ve debdebelerini unuttum. Ellerimi
kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, agzımı açtım ve dedim :
-Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey su öten kusun, su gezen ve meleyen koyunun, su
secde eden yesil ekin ve otların, su heybetli dagların Halkı! Sen bütün
bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler,
seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
"Ey benim Yarabbim! Su kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini
Ingilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu serefli dilegi ihsan eyle, ve
huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz
askerlerin süngülerini keskin, düsmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün
mahveyle!"
Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mesut, benim kadar
mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
Dünyanın en güzel yerleri burası imis. Yalnız bu memleketlerde dügün olmuyor
Insallah düsman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir dügün yaparız,
olmaz mı? Kadire mektup yazdım. Validecigim, evdeki senet vesaireyi
kimselere katiyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin. Çantayı al,
sandıga koy. Ben sana vaktiyle anlatmıs idim., bu dünya böyledir. Fakat sen
merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık.
Yalnız zaman ister. Validecigim, çamasır falan istemem, paralarım duruyor,
Allah razı olsun."