Tarihi Gizemler

ESTERGON
Genel Moderator
İason ve Argonotlar (2.Bölüm)

İason ve Argonotlar (2.Bölüm)


İASON KARADENİZ'E GİTTİ Mİ?

Yunan efsanelerini araştıranlardan çoğu bu yaklaşımı kullanarak Kolkhis krallığının Apollonios'un tarif ettiği gibi Euxine Gölü'nün (Yunanlılar'ın Karadeniz'e verdikleri ad) doğusunda günümüz Gürcistan Cumhuriyeti'nde olduğuna inanırlar.

Tarihi ve arkeolojik kanıtlar Yunanlıların antik çağlarda Karadeniz kıyılarını keşfedip koloniler kurduklarını gösterir: Bölgedeki Yunan kolonileri İÖ yedinci yüzyıla kadar uzanır ve ilk keşifler İÖ sekizinci yüzyılda başlamış olabilir. Eski Yunanlılar açısından Kolkhis'in yeri Apollonios'un çok doğru olarak tanımladığı gibi "yeryüzünün ve denizin en uzak sınırlarında"ydı.

Apollonios'a göre İason, Yunan kıyı kenti îolkos'tan yola çıkmış, Çanakkale Boğazı'na girmiş, Boğaziçi'nin girişini koruyan "Çarpışan Kayalar" (Symplegades) arasındaki tehlikeli geçitten (önce bir güvercin uçmuş, kapanan kayalar güvercinin kuyruğunu kıstırınca kayaların açılmasını bekleyip ileri atılarak) çıkmış, sonra kuzey Türkiye kıyıları boyunca doğuya giderek Kolkhis'e varmıştır.

İason ve yanındaki kahramanlar burada gemiden inerler, ve kral Aietes'in huzuruna çıkarlar. Postu vermek için burnundan ateş püskürten iki boğayı boyunduruğa vurma şartı ve ona yardıma koşan kralın kızı Medea ayrı bir konudur.

İason'un hikâyesinin çeşitli versiyonlarında farklılıklar varsa da, Apollonios'un Argonautika'smda Argonotlar geldikleri yoldan dönmeyip kuzeye çıkmışlar, Apolonios'un Istrus adım verdiği, Yunanlılar'ın bildiği, Tuna dediğimiz ırmağa varmışlardır. Bu yorumda îason ile Argonotlar, Apollonios'un Adriyatik Denizi'ne döküldüğünü sandığı Tuna boyunca yollarına devam etmişlerdir.

Argonotlar bundan sonra Argo'yu Apollonios'un Rhodanus dediği (ki, Fransa'daki Rhöne olduğu anlaşılmaktadır) ırmağa sokmuşlardır. İason yine Apollonios'un Akdeniz'e döküldüğünü tahmin ettiği Rhodanus'u izlemiş, sonra da İtalya'nın batı kıyısından aşağı inerek Thrinakia (Sicilya) ile İtalya arasındaki boğazdan geçmiş, Kuzey Afrika'da yoluna bir süre karadan devam ettikten sonra kuzeye yönelip Girit'in doğusundan geçerek İolkos'a varmıştır.


(Solda) Kül-Oba'dan Athena başlı altın pandantif, İÖ yaklaşık 400-350. Karadeniz'de Yunan altın işçiliğinden bir örnek. Yunanlılar'ın bölgenin altın madenleri konusundaki bilgileri Altın Post hikâyesine katkıda bulunmuş olabilir. (Sağda) Argo Symplegades'ten -Çarpışan Kayalar- geçerken. B. Picart, 1730-31.

İASON KUZEY AVRUPA'YA MI GİTTİ?

Dönüş yolculuğunun bir başka senaryosunda Istrus, Tuna değil, Rusya'daki Don Irmağı'dır ve Argo buradan Volga'ya geçmiş, Volga üzerinden Barents Denizi'ne çıkmış, batıya doğru Avrupa kıyılarını izleyerek Cebelitarık Boğazı'na gelmiş, oradan doğuya dönüp Akdeniz'den geçerek İolkos'a dönmüştür.

Argo'yu bu yolda karadan millerce yürütmek aşılmaz bir sorun gibi görünse de, burada kahramanlardan ve yarı tanrılardan söz ettiğimiz unutulmamalıdır. Apollonius'un daha mantıklı yolunda bile Argonotlar teknelerini Akdeniz'i bulana kadar Libya çöllerinde taşımışlardır.

İASON AMERİKAYA MI GİTTİ?

Henriette Mertz, The Wine Dark Sea (1964) adlı çalışmasında çok daha akılalmaz bir yol önermektedir. Mertz'e göre Kolkhis, Karadeniz'de bir krallık değil, Güney Amerika'da Bolivya'da Titikaka Gölü'nün hemen güneyinde bir prensliktir.

Apollonius'un Çarpışan Kayalar tanımı Hertz'e göre doğal bir gelgit olgusunu anlatmaktadır ki, bu Karadeniz'de mümkün olmayıp Küba ile Haiti arasındaki boğazı göstermektedir. Mertz, Argonotlar'ın daha sonra Kuzey Amerika kıyılarına paralel olarak kuzeye yöneldiklerini ve oradan da Yunanistan'a döndüklerini iddia etmektedir.

İASON EFSANESİ: KARAR

Bu spekülasyonları destekleyecek arkeolojik kanıt yoktur. Ne Brezilya'da, hatta ne de Kuzey Avrupa'da eski Yunan eserlerinin bulunduğu arkeolojik alanlar olmadığı gibi, Yunanistan'da da Kuzey Avrupa ya da Yeni Dünya'nın bilinen nesnelerine rastlanılmamıştır.

Bir roman yazarının tezgâhında dokunan bütün eserler gibi burada da gerçek iplikleri varsa da, İason'un hikâyesi bir tarih olarak amaçlanmamıştı. Bu bir kahramanın yolculuğu ve bir gencin erişkinliğe varışının hikâyesidir, bir anı kitabı değildir. Ancak Karadeniz kıyılarındaki Yunan kolonilerinin arkeolojik kanıtları İason'un hikâyesinin Yunanlılar'ın kendi bildikleri dünyanın ucundaki coğrafya bilgilerine dayandığı varsayımını desteklemektedir.

GEMİ VE MÜRETTEBAT

Argo ve Argonotlar Efsanevi gemi Argo (hızlı) elli beş kürekli bir gemiymiş ve onu yapan ustanın adı da Arestor'un oğlu olduğu söylenen Argos imiş. Sefere katılan Argonotlar, Troya Savaşı'ndan önceki kuşaktan kişilerdir. Efsane yazarlarının listeleri birbirini tutmamakla birlikte, İason, usta Argos, dümenci Tiphys, şair Orpheus, İdmon, Amphiaros ve Mapros adlı kâhinler, Borlas'ın oğulları ve Herakles en bilinenleridir.



İason ile Argonotlar'ın inanılırlık sırasına göre muhtemel yolları.1. Rodoslu Apollonius'a göre Karadeniz'in doğu ucundaki Kolkhis'e gidiş yolu doğrudan doğruya ama dönüşü dolaylı. 2. Bu daha hayali yolda dönüş yolculuğunda Argo Kuzey Avrupa, İskandinavya ve Fransa ile İspanya'nın çevresinden dolaşıyor. 3. Henriette Mertz, efsanenin çeşitli versiyonlarındaki nirengi noktalarını yorumlamasına dayanarak Argonotlar'ın Atlas Okyanusu'nu geçerek Güney Amerika'ya ulaştıklarını iddia ediyor.
 
ESTERGON
Genel Moderator
Theseus ve Minotauros

Theseus ve Minotauros

Zaman: Efsanevi/Tunç Çağı
Mekân: Ege Denizi'nde Girit

Böylece Minos, utancını gizlemek için canavarı bir hapishanede saklamaya karar verdi ve büyük yetenek sahibi ünlü mimar Daedalos'un çizimiyle bir yer yaptı. Bu hapishane gözleri aldatan labirent geçitleriyle... OVİDÎUS, 1. YÜZYIL

Theseus ve Minotauros hikâyesinin (ki, bazı bölümleri İÖ 6. yüzyıl sonralarına kadar izlenebilir) İÖ 2. yüzyıl kaynağı Atinalı Apollodoros'a göre Theseus, Atina'nın eski bir kralıydı. Babası ölümlü kral Aigeus ise de, "biyolojik babası"nın Tanrı Poseidon olduğu iddia edilmiştir.

Theseus'un hikâyesinin ana konusu bir gencin çeşitli güçlüklerle başederek ergenliğe erişmesidir. Yunan mitolojisinde çok rastlanıldığı üzere erkekliğe giden yol gurur, ironi ve hüzünle kaplıdır. Ancak bu hikâyenin başka bir tarihsel gerçeği var mıdır?

Theseus'un Troizen köyünde doğumundan sonra Aigeus, yeğenleri Pallasoğulları'nın intikamından korktuğu için çocuğunu Atina'ya götürmemişti. Troizen'den ayrılırken, büyük bir kayanın altına kılıcını ve sandaletlerini gizlemiş ve karısı Aithra'ya çocuğu bu nesneleri kayanın altından tek başına çıkartacak kadar büyüyene ve güçlenene kadar köyde tutmasını söylemişti. Ancak bu işi başardıktan sonra Theseus'un Atina'ya babasının yanına gitmeye izni olacaktı.

Theseus on altı yaşına geldiğinde güçlü kuvvetli bir delikanlı oldu. Annesi Aithra da onu kayanın yanına götürdü. Delikanlı kayayı kolayca kaldırıp babasının eşyalarını aldı. Bu görevi başardıktan sonra aldığı talimat uyarınca Atina'ya gitmeye karar verdi. Aithra onun deniz yoluyla gitmesini istiyorsa da, Theseus haydutlar, yolkesenler ve vahşi hayvanlarla dolu tehlikeli kara yolunu seçti.

Beklenildiği gibi yol boyunca pek çok tehlikeyle karşılaştı ve hepsinin üstesinden geldi. Büyük gücünü ve kurnazlığını kullanan Theseus, başka kahramanlıkların yanı sıra Periphates'i öldürüp onun gürzünü elinden aldı, eşkıya Skiron'u yenerek denize attı, kötü yürekli Prokrustes'i öldürdü, "Crommion'un vahşi dişi domuzu"nu imha etti.


(Solda) Theseus, Minotauros'a bu göz kamaştırıcı labirentin ortasında öldürücü darbeyi vurmaya hazırlanıyor. Salzburg yakınlarında bir Roma villasından mozaik, 400 yılları civarı. (Sağda) İÖ yaklaşık 500-413 yıllarına ait Knossos'tan gümüş bir sikkede koşan Minatauros, efsane ile süregelen ilişkiyi gösteriyor.


ATİNA'NIN KAN BEDELİ: MİNOTAUROS'U BESLEMEK

Theseus, Atina'ya geldiğinde ülkesine çöken büyük bir felaketle karşılaştı. Uzun yıllar önce -Apollodoros, Troya Savaşı'ndan üç kuşak önce der- Girit Kralı Minos'un oğlu Androgeas, Atina'ya karşı bir savaşta öldürülmüştü. Kral Minos öfkesi ve yası için kan parası istedi ve Atinalılar da Girit'le daha büyük bir çatışmaya girmemek için bunu kabul ettiler. Her yıl (efsanenin bazı anlatımlarında dokuz yılda bir kere) Atinalı yedi genç erkek ve yedi genç kız Girit'e götürülecekler ve burada yarı insan yarı boğa Minotauros'a yem olmak üzere verilecekler ve o da onları Labyrenthos (labirent) hapishanesinde öldürecekti.



Knossos Sarayı'ndaki bu duvar resminde bir törende genç cambazlar ve saldıran boğa. Bu tür uygulamalar Atina gençlerinin Minotauros'a kurban edilmeleri hikâyesinin temeli olabilir mi?

Minotauros'un kökeni Kral Minos'un tanrıları kandırma boş çabasına kadar izlenebilir. Minos, tanrılara kurban edeceği kusursuz bir boğa için dua etmiş, Poseidon da buna razı gelmişti. Boğa o kadar muhteşem bir hayvandı ki, Minos onu kendine saklayıp daha az kusursuz bir hayvan kurban etmeye karar verdi.

Poseidon, Minos'un yaptığı işi anlayarak ona bir ceza verdi. Öfkeli Tanrı'nın Minos'un karısı Pasiphae'ye yaptığı büyü nedeniyle kadın tanrısal boğaya âşık oldu. Boğayla birleşmesi sonrası hamile kalıp Minotauros'u doğurdu. Minos ünlü mimar Daedalos'a Minotauros'un hapsedileceği karmaşık bir Labyrenthos inşa ettirdi ve böylece Girit halkı bu yarı insan yarı boğa yaratığın tahribatından korunmuş oldu.

Theseus Atina'ya vardığında, son kurban grubu kendilerini Girit'e ve ölümlerine götürecek olan kara yelkenli gemiye binmek üzereydi. Theseus, Minotauros'u yenip bu korkunç kurban işine son vereceğine inanarak seçilmişlerden birinin yerine geçmek istedi. Kral Aigeus oğlunu vazgeçirmeye çalıştı ama sonunda bir şartla isteğini kabul etti: Theseus, Minotauros'u öldürüp Labyrenthos'tan kurtulabilirse Girit gemisiyle muzaffer olarak Atina'ya dönerken babasının başardığım anlaması için kara yelkenler yerine beyaz yelkenler takacaktı.

Theseus ile diğerleri Girit'e varınca Labyrenthos'a götürüldüler. Kral Minos ile Pasiphae'nin kızı kurnaz Ariadne, Theseus'u görür görmez ona âşık oldu ve Labyrenthos'ta kaybolmasını önlemek için basit bir strateji geliştirdi.

Theseus uyumakta olan Minotauros'a erişinceye kadar kızın verdiği ipek iplik yumağını boşalttı. Minotauros uyandı ve çok şiddetli bir mücadeleden sonra Theseus canavarı öldürdü. Sonra ipi izleyerek kapıya ulaştı ve Atina'ya döndü. Ancak ne yazık ki yelkenleri değiştirmeyi unutmuştu. Aigeus kara yelkenleri görünce, oğlunun öldüğünü düşündü ve acısından yüksek bir yardan denize atlayarak hayatına son verdi.


(Solda) Genelde kalpsiz bir canavar olarak resmedilmesine rağmen G. F. Watts'ın Minotauros'u burada hüzünlü görünmektedir. (Sağda) Theseus, Minotauros'u öldürdükten sonra cansız gövdesi üzerinde dinleniyor. Antonio Canova'nın heykeli, 1781-83.

THESEUS VE MİNOTAUROS: GERÇEK PAYI VAR MI?

Girit'teki bu efsane konusunda herhangi bir arkeolojik kanıt var mıdır? Yarı insan yarı boğa yaratığı bir kenara bırakırsak Apollodoros'un Girit'te Kral Minos'tan söz etmesinin ilginç olduğunu görürüz. Girit'te Knossos'ta 1900 yılında Sir Arthur Evans'ın başlattığı arkeolojik kazılar daha önce bilinmeyen bir uygarlığın varlığını ortaya çıkarmıştır.

Evans buna Kral Minos'un adıyla Minos uygarlığı adını vermiş ve doruk noktasına İÖ 50 ile 1420 arasında eriştiğini saptamıştır. Eski Giritliler'in boğaların nemli rol oynadığı bir dinleri vardı. Knossos'ta çok büyük bir Minos sarayındaki bir freskte bir dini tören olabilecek bir sahnede cambazlar bir boğanın üzerinde takla atmaktadırlar. Sarayın duvarları kireçtaşından stilize edilmiş büyük boğa boynuzlarıyla süslüdür. Sarayda bulunmuş tören kapları boğa başı biçiminde yapılmıştır.

Knossos Sarayı'nın planı da 20 bin metrekareye yayılmış yüzlerce, belki de bin odalı bir labirent görünümündedir. Bu gerçek bir labirent olup insanlar tapınak ile Minotauros'un Labyrenthos'u arasındaki ilişkiyi çok eskiden beri kurmuşlardı. İÖ 500 yılında, tapınak çoktan terk edilmiş olduğu sırada Giritliler, bir yüzünde Minotauros bir yüzünde bir labirent olan paralar basmışlardı.

Bu nedenle Theseus ve Minotauros efsanesinin, efsane dürbünüyle bakılan gerçek bir tarih olayını taşıdığı düşünülebilir. Hikâye Yunanlılar'ın Minos uygarlığına tabi olduğu bir dönemi yansıtıyor olabilir ve Minotauros'un Labyrenthos'u da, Knossos'taki kazılar sonrası ortaya çıkan Tunç Çağı saray-tapınağının karmaşık oda düzeninin mitolojik yorumu olabilir.

Araştırmacılar Rodney Castleden ve J. Lesley Fitton, Theseus'un Minotauros'u öldürüp Yunanlılar'ın Minoslular'a ödedikleri korkunç kan parasına son vermelerinin Yunan uygarlığının yükselerek Minoslular'ın Tunç Çağı boyunduruğundan kurtulmalarının efsanevi bir mecazı olduğunu iddia etmektedirler.

Girit dönüşü Theseus'un kral oluşu, tanrıça Athena şerefine Panathencia, Poseidon şerefine de İsthos şenliklerini düzenlemesi, halkın çıkarlarını gözeten, zenginlerle soyluların ayrıcalıklarını kısıtlayan toplumsal yasalar çıkarması, bir yanda çeşitli yiğitliklerini sürdürmesi, hatta arkadaşı Lapith kralı Peirithos'la birlikte Argonautlar'ın seferlerine katılması, Kalydon avına gitmesi, Oidipus'u Attika'ya kabul edip rahatça ölmesini sağlaması başka efsanevi özelliklerindendir.


(Solda) Knossos'tan boğa başlı törensel sıvı kabı. Minoslular'ın sanatında sık sık boğa simgelerine rastlanılması bunların büyük dini önemlerine işaret etmektedir. Yunanlılar'ın yarı insan yarı boğa Minotauros efsanesinin kaynağı bu olabilir. (Sağda) Knossos Sarayının planı: Merkezdeki büyük bir avlu çevresinde koridorlardan ve odalardan oluşan bir labirent.
 
- Yönetici düzenlemesi: :
ESTERGON
Genel Moderator
İsa'nın Kefeni

İsa'nın Kefeni



Zaman: 33 yılı? / 1260-1390?
Mekân: Torino, İtalya

Tanrı rahibin hizmetkârına keten bezi verince o da James'e gitti ve ona göründü. APOKRİFA.

Basit bir biçimde söylemek gerekirse Torino Kefeni, 430 santimetre uzunluğunda ve 110 santimetre eninde büyük bir keten kumaş parçasıdır ve üzerinde -önünde ve arkasında- çarmıha gerilerek öldüğü anlaşılan bir insanın görüntüsü vardır.

Yalnızca bu bile ilgi uyandırmaya yeterliyken, bunun İsa'nın kefeni olduğu iddiası (kilise yetkilileri bu iddiada bulunmamışlardır) bir tartışma konusu olmuştur. Bu iddia nedeniyle ayrıntılı bilimsel incelemeler yapılmış, uluslararası konferanslar toplanmıştır. 1978'de İtalya'daki Torino'da sergilenen kefen, üç milyon kişi tarafından ziyaret edilmiştir. Gelecek sergilerde bu sayının çok daha yüksek olacağı kuşkusuzdur.

Bazıları kefen tarihinin 1357'de, Charney'li II. Geoffrey'in Fransa'da Lirey'de sergilemesiyle başladığını düşünmektedir. Ancak İsa'nın görüntülerinden daha önce de söz edildiği bilinmektedir. Örneğin, 4. yüzyılda bir kaynak Thaddaeus ya da Addai'nin Edessa'da (Urfa), "seçme boyalarla" İsa'nın bir resmini yaptığını nakletmektedir.

6. yüzyılda bir başka kaynak, İsa'nın yüzünü bir havluya sildiğinde üstünde görüntüsünü bıraktığını bildirmiştir. İsa bu havluyu, Edessa Kralı Abgar'ın bir elçisine vermiştir. Edessa'da İsa'nın resmi olduğu hikâyeleri, Bizans ordusunun görüntüyü Konstantinopolis'e (İstanbul) götürdüğü 944 yılına kadar devam etmiştir. Resim burada 1204'e kadar kalmış, o yıl Dördüncü Haçlı Seferi şövalyeleri kenti yağmalamışlar ve bu arada resmi de almışlardır. Kefenin 14. yüzyıl Fransa'sında sergilenebilmesinin açıklaması bu olabilir.


Solda) Konstantinopolis'te (İstanbul) 692 ile 695 yılları arasında kesilmiş bir II. Jüstinyen sikkesi. İsa'nın görüntüsünü taşıyan bu ilk sikkelerde, kefendeki görüntüyle yakın bir benzerlik vardır. (Ortada) Sina Dağı'ndaki Azize Katherine Manastırı'nda 6. yüzyıldan kalma bir ikona. (Sağda) Kefenin 1898'de çekilmiş ilk fotoğrafının negatifi.


1999'da sarısabır ve mürrüsafi sürülmüş bir kumaş kullanılarak elde edilen görüntü.


KEFEN VE TARİHLEME ÇABALARI

Ortaçağlarda İsa'nın pek çok "kefeni" sergilendiği için Torino Kefeni'nin ilginçliği nereden kaynaklanmaktadır?

Kefen üzerindeki görüntü, beyaz bir zemin üzerinde gayet soluk, sarımtrak bir benzerliktir. Ancak bunun çarmıha gerilmiş bir insanın negatif görüntüsü olduğu anlaşılmaktadır ve garip olan yanı, üç boyutlu bilgi de içermesidir. Görüntüde şaşırtıcı derecede ayrıntı vardır: Örneğin, insan anatomisi, bilek ve ayaklardaki çivi yaralarından akan kanla, kırbaçlamanın yaralarıyla, kafatasındaki kanla ve saç ve sakal ayrıntılarıyla büyük bir doğrulukla betimlenmiştir.

Gözlemciler ayrıca büyük bir olasılıkla kırılmış buruna ve gözlerdeki sikkelere de işaret etmektedirler. Kan lekelerine DNA testi yapılmış ve insan kanı, erkek ve AB tipi kan olduğu anlaşılmıştır.

Toprak, toz ve polen zerreleri gibi mikroskopik bulgular da vardır. Polenler incelenmiş ve uzmanlar yalnızca Kudüs ve Eriha çevresinde yetişen 19 ayrı bitki türü tespit ettiklerini iddia etmişlerdir.

1988'de Zürih, Oxford ve Tucson'da laboratuarlarda Accelerated Mass Spectrometry tekniği kullanılarak radyokarbon (C-14) tarih saptama testleri yapılmıştır. Bu laboratuar çalışmaları için kefenden kesilmiş, l santimetreye 5,7 santimetrelik bir kumaş parçası üç laboratuvara paylaştırılmıştır. Laboratuvar sonuçları, kefenin 1260 ila 1390 yılları arasından kaldığım göstermiştir. Bu sonuçlar, kumaşın yaşı sorununu çözmüş müdür?

Özellikle başta basın olmak üzere pek çok kişi ve çok sayıda bilimadamı için 1988 sonuçları kesindir. Ancak diğerleri, örneğin kefenin ilk sergilendiğinden bu yana en çok insan eli değen kısmından alındığına işaret etmişlerdir. Ayrıca, kefen 1532'de Torino'da bir yangında kavrulmuştu. Yanmanın yeni maddeler getirdiği kuramı, bilinen örneklerin test edilmesiyle de doğrulanmıştır.

Yine bazıları eski keten elyafında bakterilerin ve mantarların yetiştiğini ve bunların kefen için kullanılan tarih belirleme süreciyle ortadan kaldırılamayacağına dikkat çekmişlerdir. Son olarak da, radyokarbon tarihi 13. ya da 14. yüzyıl olduğuna göre görüntü (eğer sahte ise) ortaçağa ait olmalıdır ama hiç de öyle değildir.


Torino Kefeni'nin önü ve arkası. İki dikey çizgi yanık izleridir ve üçgen parçalar 1532 yangınında oluşmuştur.

KEFENİN AÇIKLANMASI

Şu halde Torino Kefeni nasıl açıklanmıştır? Bu bir sahtekârlık mıdır, bir tesadüf ya da mucize midir? Zaman içinde bu açıklamaların hepsi ileri sürülmüştür. Örneğin, kefen üzerinde fırça izleri yoksa da, resim boyaları sürerek yapılmış olabilir. Bazıları görüntünün sıcak bir heykele yaslanan kumaşın kavrulması olduğunu iddia etmişlerdir. Yine bazıları çürümekte olan insan vücudundan çıkan gazların yarattığı bir tür "buğugraf" olduğunu savunmuşlardır. Bazıları bunun bir cesedin doğal izi olduğunu kanıtlamaya çalışmışlardır (Volkringer etkisi ya da keten elyafın suyunun çekilmesi).

Bir kısım araştırmacılar da radyasyon kuramlarına başvurmuşlardır: Vücudun doğal elektromanyetik alanının kumaşla etkileşimi. Bazıları İsa'nın dirildiğindeki doğaüstü elektromanyetik radyasyon patlamasını savunmuştur, İsa'nın dirilmesine ilişkin ruhsal enerjilerin, kefendeki izleri bıraktığını söyleyenler bile vardır.

Şu halde bu esrarengiz keten kefeni nasıl açıklayacağız? Bu gerçekten bir mucizenin kanıtı mıdır? iddia ve deney için hâlâ imkân vardır. En inandırıcı kuramlardan bazıları, kefenin üzerindeki izin, henüz tam olarak anlamadığımız karmaşık ve hassas doğal süreçlerin sonucu oluştuğudur.

Kudüs'te eski bir mezarda bir anatomi mankeniyle yapılan deneylerde, hararetle (ölüm sonrası ateş) birleşerek tepkimeye giren insan terinin ortaya bir asit çıkardığını ve bunun, mezarın kireçli ve çok rutubetli ortamında ham keten üzerinde bir tür görüntü oluşturabileceğini göstermiştir.

Gerçekte her ne olmuşsa olsun, Torino Kefeni, gerçek bir bilimsel anormalliktir ve yıllardır yapılan bütün çözümlemelere ve sınıflandırma çabalarımıza inatla direnmektedir.


(Solda) Kefen kumaşının dokumasının büyütülmüşü. Lekeler, kan izleri ve serum lekeleri olarak belirlenmiştir. (Sağda) Bir görüntü analizöründen kefenin üç boyutlu bilgisi. Cepheden tam görünüş
 
- Yönetici düzenlemesi: :
ESTERGON
Genel Moderator
Kral Arthur ve Kutsal Kâse (1.Bölüm)

Kral Arthur ve Kutsal Kâse (1.Bölüm)

Kral Arthur rolünde Clive Owen


Aynı Filmden başka bir sahne


Zaman: 400-600 yılları
Mekân: Britanya

Eğer tam olarak ne olduğunu görebilsek kendimizi, Odisseia ya da Eski Ahit kadar iyi bir temele dayanan, esin kaynağından ve insanlığın mirasından kopması imkânsız bir konuyla karşı karşıya bulurduk. Bunların hepsi gerçektir, gerçek olmalıdır ve ayrıca gerçek olması daha çok ve daha iyidir. WINSTON CHURCHILL, 1956

Kral arthur efsaneleri "gerçek" midir? Ve bunlar tarihi gerçekleri yansıtmakta mıdır? Çağdaş Arthur meraklılarının çoğu, Churchill'in bu saptırıcı özdeyişi karşısında pek rahat değillerdir. Bu insanlar elimizdeki tarihi ve arkeolojik kanıtlarla Arthur'un varlığını kanıtlamamız "gerektiğine" inanmaktadırlar. Ancak bu, sorunu daraltmak olur. Arthur esrarının "gerçeği" yalnızca tarih ve arkeolojide değil, aynı zamanda mitolojide, folklorda, edebi eleştiride ve diğer disiplinlerdedir. Camelot'yu araştırırken bir değil pek çok Arthur ile karşılaşmaya hazır olmalıdır.

Tarihi bir Arthur bir olasılık ise de, sağlam kanıt eksikliği vardır. Arthur'un eylemlerinin ilk yazılı kayıtları -Annales Cambriae (Galler Tarihi Olayları) ve ünlü Historia Brittonum (Britanyalılar'ın Tarihi)- 8. ve 9. yüzyıllarda Arthur'un ölümü için verilen tarihten (Annales Cambriae'de 537) 300 yıl sonra yazılmıştır.

Arthur'dan söz edilen Gal şiiri Y Gododdin daha eski olabilir (şiir sözlü olarak 600 yıllarında söylenmeye başlamıştır) ancak yazılı olarak 13. yüzyılda görülür. Arthur'un varlığı konusunda bir ilk kaynak yoktur. Altıncı yüzyıl başlarında yazan Britanyalı Gildas, Arthur'dan söz etmez, iki yüzyıl sonra Gildas ve diğer birincil kaynaklara dayanarak ünlü tarihini yazan Bede de, Arthur'dan söz etmemektedir. Çağından kalma belge olmayınca tarihçiler de Arthur'un varlığını güçlü bir biçimde savunamamışlardır.


(Solda) Glastonbury Tor bir zamanlar bataklıkla çevriliydi ve Ortaçağ'da Avalon Adası olarak bilinirdi. (Sağda) Cornwall'da "Tintagef Adası" olarak bilinen kayalık burnun havadan görünüşü.

ARTHUR VE ARKEOLOJİ

Glaston manastırında keşişler 1191'de eski mezarlıklarını kazınca ilginç bir mezarla karşılaştılar, îçi oyuk bir kütük tabutta iriyarı bir erkekle sarı saçları hâlâ duran bir kadının kemikleri vardı. Mezarın yanındaki devrilmiş bir kurşun haçın üzerinde Latince bir yazı okunuyordu: Hic iacet sepultus incli-tus ıex Arturius in insula Avalonia (Burada Avalon Adası'nda ünlü Kral Arthur yatıyor).

Bu kazı konusu tartışmalı olmasaydı, Arthur ve Avalon konularının fazla bir esrarı olmayacaktı. Ancak Glastonbury keşişleri ne aradıklarını biliyorlardı -bir ozan, hamileri Kral II. Henry'yi sözde "uyarmıştı"- ve Arthur'un kemiklerinin bulunması, manastırı yeniden inşa edecek geliri sağlayacak hacıların akmasını sağlayacaktı.

Arthur'u Avrupa'da meşhur eden kitap -Monmouth'lu Geoffrey'in History of the Kings of Britain'i (1136'da yazılmıştı)- o sırada çağdaş bilimadamları tarafından eleştirilmekteydi. Ayrıca günümüz bilimadamları da haçtaki (ki kemiklerle birlikte o da kayıptır) harflerin Arthur'un sözde yaşadığı çağdan çok sonrasına ait olduğunu ve keşişlerin sahtekârlık yaptığına kanaat getirmişlerdir.

Sahtekâr olsun ya da olmasınlar, Glastonbury keşişleri Arthur'un var olup olmadığı konusunda maddi delil arayan ilk kişilerdi. Camelot araştırması ilk eski çağ araştırmacılarını büyülemiş, bunlar Güney Cadbury gibi yerlerle Arthur'u ilişkilendirmişlerdi. Ancak 20. yüzyılda modern arkeolojinin gelişmesiyle "Arthur Çağı" hakkında (5 ve 7. yüzyıllar) yeni ve ikna edici kanıtlar ortaya çıkmaya başladı.

İlk keşif Cornwall'da Tintagel'de, Geoffrey'in History'sinde Arthur'un doğum yeri olarak gösterilen bölgede yapıldı. Ralegh Radford'un kazıları daha sonraki Norman şatosunun altında taştan yapılma birkaç küçük bina ile binlerce çömlek parçasını ortaya çıkardı. Yapılarda dikkati çekecek bir şey yoksa da, çanak çömlek parçaları 5. yüzyıldan 7. yüzyıla kadar Doğu Akdeniz'den ve Kuzey Afrika'dan getirtilen zarif sofra takımlarıyla amforalara (şarap ve yağ kapları olmalıydı) aitti.

Radford, Tintagel'i, Britanya'nın Roma İmparatorluğu'nun bir eyaleti olması sona erdikten yüzyıl sonra, keşişleri Akdeniz dünyasıyla ticaret yapan bir Kelt manastırı olarak yorumladı. Daha yakın zamanlarda bilimadamları Tintagel'i vergi alan ve çevresindekilere armağanlar dağıtan güçlü bir reisin üssü olarak görmektedirler. Bu reis Arthur muydu?

Tintagel'de yapılan son kazılarda daha pek çok küçük bina çıkmış ve bir kanalizasyon hendeğini örten arduvaz levha üzerindeki Latince ARTOGNOV kelimesine rastlanılmıştır. Bunun Galli karşılığı Arthnou demektir. Bu, Arthur'un varlığına işaret etmezse de, altıncı yüzyılda Tintagel'de Latince okuryazarlığının ve düzenli bir mühendisliğin varolduğunun kanıtıdır.

Dikkatleri çeken diğer bir kazı da Leslie Alcock'un 1960lı yılların sonunda Güney Cadbury'deki çalışmasıdır. Yüzyıllardır "Camelot" olarak bilinen bir yerde Alcock, bir tepeye inşa edilmiş Demir Devri'nden kalma bir kale kazısında burasının Neolitik Dönem'den Geç Sakson dönemine kadar iskân edilmiş olduğunu saptamıştır.

"Arthur" döneminde (5. ve 6. yüzyıllar) kale tahkim edilmiş, çevredeki düzlükte yeni binalar ve bu arada büyük bir "şölen" salonu yapılmıştır. Burada Tintagel'de bulunanların eşi çanak çömlek parçalarının bulunması Güney Cadbury'nin de 5. ve 6. yüzyıllarda lüks mallar ticaretinde faal olduğunu göstermiştir. Ayrıca, yeni surları inşa etmek ve korumak için gerekecek insangücü önemli bir yerel kralın varlığına da işaret etmektedir.


(Solda) Winchester Yuvarlak Masası: 13. ya da 14. yüzyılda yapılmış olan bu büyük meşe ağacından masa, VIII. Henry'nin hükümdarlığı zamanında yapılmıştır (Arthur burada, bir Tudor Kralı'na benzemektedir). (Sağda) Tintagel'de C bölgesinde kazı yapan Glasgow Üniversitesi ekibi.
 
ESTERGON
Genel Moderator
Kral Arthur ve Kutsal Kâse (2.Bölüm)

Kral Arthur ve Kutsal Kâse (2.Bölüm)

KUTSAL KÂSE

Myrddin (Merlin) ve Tristan ile Isolde efsaneleri gibi Kutsal Kâse de Arthur efsanelerine daha sonraları eklenen bağımsız bir efsane olabilir. Kâse, 1190 yıllarında Chretien de Troyes tarafından yazılan Fransız şiiri Perceval'de. ilk ortaya çıktığında sakat Balıkçı Kral'ın şatosunda, içinde ayin ekmekleri sunulan süslü bir tabaktır (Eski Fransızca'da graal). Şiir yarım kaldığı için daha sonraki yazarlara kâseyi çok çeşitli biçimlerde sunma özgürlüğü tanınmıştır. Bunlardan bazıları Hıristiyanlık öncesi, Kelt'lerin tılsımlı kazanlar masallarını yansıtır.

Ancak bu masalların en popüleri, kâseyi Son Yemek'in kupasıyla, san graal ya da "kutsal kâse"yle ilişkilendirendir. Ortaçağ söylencelerine göre bu kutsal emanet, Arimethalı Yusuf'un eline geçmiş, onun ailesi de bunu Glastonbury'de adanın ilk Hıristiyan cemaatinin kurulması sırasında Britanya'ya getirmiştir.

Hiç kuşkusuz Glastonbury keşişleri bu efsanenin oluşmasında üzerlerine düşen rolü oynamışlardır. Yine de arkeologlar Glastonbury'de bu ilk Hıristiyan cemaati söylencesinin doğru olup olmadığını merak etmişlerdir. Ralegh Radford 1950'li yılların sonunda manastırın bazı bölümlerinde kazılar yapmıştır. Sakson binalarının altında çok eski zamanlardan kalma bazı yapılar bulmuş ve bunları kurucuların kilisesi olarak tanımlamıştır.

Ayrıca, eski mezarlıklarda Glastonbury keşişlerinin gerçekten dedikleri yerlerde kazılar yapıp eski zamanlardan kalma mezarlar bulduklarını saptamıştır. On yıl sonra Philip Rahtz, yakınlardaki Glastonbury Tor'da yaptığı kazılarda ahşap bina kalıntıları, maden işçiliği molozları ve bu iskânı Arthur dönemine kadar geri götürmesini sağlayan çömlek parçaları bulmuştur.


(Solda) Tintagel'de 1998'de yapılan kazılarda Artognov adının yazılı olduğu taş levha. (Sağda) 8. yüzyıl yapımı olan süslü Ardagh Kupası pek çok çağdaş yazarın Kutsal Kâse imajıdır.

BİR ZAMANLARIN VE GELECEĞİN KRALI

Bu arkeolojik faaliyetlere rağmen tarihi bir Arthur'la özdeşleştirilecek herhangi bir şey bulunmuş değildir. Bu arada, İngiltere ve Amerika'da bir Arthur kitapları sanayii başını alıp yürümüştür. Bu detektif hikâyelerini andıran eserlerde çeşitli Arthur adayları vardır: 2. yüzyıl Romalı generali Lucius Artorius Castus, Bröton savaşbeyi Riothamus, Gwynedd adında pek bilinmeyen bir Galler kralı ve İskoç kralı Âedân mac Gabrâin'in oğlu Artuir.

Bu arada yerel turizm şirketleri, Arthur'un Cornwallı mı, Galli mi, yoksa İskoç mu ilan edileceğini merakla beklemektedirler!

Arthur'un bir parçasını elde etme çabası yeni bir şey değildir. Ünlü İngiliz kralı Aslan Yürekli Richard, bizzat katıldığı Haçlı Seferi sırasında bir yoldaşına, Excalibur olduğu söylenen bir kılıç vermiştir, VIII. Henry, imparator V. Şarl'a Winchester Sarayı'nda asılı olan "gerçek" Yuvarlak Masa" tablosunu (ancak tabloda Henry'nin kendisinin tıpatıp benzeri vardır) göstermiştir.

Hem İngiliz hem de Galli prensler, kendi siyasal hedeflerini desteklemek için Merlin'in Arthur hakkındaki kehanetlerini kullanmışlardır ve Spenser ve Alfred Tennyson gibi çok sonraki şairler hüküm sürmekte olan kralların zaferlerini büyütmek için Arthur hakkında yeni hikâyeler yazmışlardır. Ortaçağ efsanelerinin çoğunda Arthur'un sonu bir gizlilik perdesiyle örtülü olduğu için, kendisi, her kuşakta yeniden ortaya atılıp tartışılacak, kusursuz bir "geçmişin ve geleceğin" kralıdır.
 
yasba
Forum Ustası
tarih sayfalarında güzel bir gezinti yaptım sayende . harika bir paylaşım olmuş geçekten,, emeğine sağlık
 
ESTERGON
Genel Moderator
Kıyamet 2012'de mi?

Kıyamet 2012'de mi?


Zaman: 250-909
Mekân: Orta Amerika

Ve yine bir aşağılanma, yıkım ve yok olma geliyor... Gökyüzünden reçine yağmuru yağdı. Yüz Oyan adında biri geldi: Onların gözlerini çıkardı. Kan Akıtıcı geldi: Kafalarını kopardı. POPOLVUH, 16. YÜZYIL.

2012 aralık ayında dünyada yaşayan insanlar korkunç bir felaketle yeryüzünden silinecekler. Son yangınlara, sel ve şeytanların istilasına bakarak bunun beklenmedik ve korkunç bir biçimde geleceği söylenebilir. En azından eski Maya takviminin "nihai geri sayımı"na girerken bunları beklememiz gerektiği söylenmektedir.

Belki bir iki gün farkla o kader ayının 23. günü, Uzun Sayı döngüsünün 13 Bak'tun'unun sonuncu günü olacak ve böylece İÖ 3114 yılında böyle bir olayla başlayan 1.872.000 günlük yolculuğunu tamamlayacaktır. Bu gayet ayrıntılı sistem hakkında ne biliyoruz ve Mayalar 2012'de ne olacağını düşünmüşlerdi?


(Solda) Bir hiyeroglif kitabı olan Dresden Codex'inden bu sahnede, yeryüzünün tufanla yok edilmesi görülmektedir Bir gökyüzü kaymanı ve yaşlı bir tanrıça, Tanrı L'nin üzerine su döküyor. (Sağda) Bu boyalı vazoda Ait Dünya'nın puro içen tanrısı Tanrı L'nin, İÖ 3114 yılındaki son yaratılışta önemli bir törene başkanlık etmesi gösterilmektedir. Siyah zeminin, ışığın gelmesinden önceki ilk dünyayı simgelediği sanılmaktadır.


Quirigua kentindeki Dikilitaş C adı verilen anıtta, İÖ 3114 yılındaki yaratılış olayları en iyi şekilde tanımlanmıştır. Bir yanında 13 Bak'tun'un tamamlanması anlatılmaktadır (ayrıntı). Üç nokta ve iki çizgiden oluşan 13 sayısında (farklı renkte) her nokta biri ve çizgi de beşi simgelemektedir.

Orta Amerika'nın eski uygarlıklarından en gelişmişi ve okuryazarı olan Mayalar, döngüsel bir evrene inanırlardı. Onlara göre evren birbirini izleyen yaratılışlar ve yokoluşlar yaşamıştı. Bu fikirlerin en iyi kaynağı, Guatemala yaylalarının Quiche Mayaları tarafından herhalde 16. yüzyılda (belki de hiyeroglifle yazılmış özgününe dayanarak) yazdıkları Popol Vuh ya da "Danışma Kitabı"dır.

Kitap göğün ve yeryüzünün ayrılıp ilk ışığın dünyaya düşmesiyle başlar. Yaratıcı Tanrılar ondan sonra dünyayı insanla doldurmaya çalışırlar. İlk çabaları yeryüzünün hayvanlarını oluşturur, ancak bunlar konuşamadıkları ve yaratıcılarını övemedikleri için başarısızlık olarak ormana sürülürler. İkinci denemede kilden insanlar yaparlar ama anlamsızca saçmalamaya ve bedenleri dökülmeye başlayınca onları parçalarlar. Üçüncü yaratılışında insanlar tahtadan yapılır ama bu kere de ruhları yoktur ve yaratanlarını unuturlar.

Tanrılar onları imha etmek için yalnızca tufan, ateş ve şeytan göndermekle kalmayıp kap kaçaklarını bile onlara karşı ayaklandırırlar ve yüzlerini taşlarla parçalarlar. Sonunda tanrılar hayatın ana maddesi olarak mısır mayasını denerler ve şimdiki insan yaratılmış olur.

Popol Vuh efsanesinde, Maya uygarlığının doruk noktası olan klasik dönemin (250-909) sanatından daha pek çok şey vardır, ancak burada çok daha eski çağların fikirlerinin de bulunduğu açıkça görülmektedir. Klasik Mayalar, döngüsel bir evrene inanıyorlardıysa, o halde hem yaratılışın hem de kıyametin zamanlaması Uzun Sayı takvimlerinde şifreli olarak yer almış bulunmalıdır.

Bu sistemin ne zaman ya da nerede icat edildiği bilinmemektedir. Ancak şu anda elimizde olan en eski tarih İÖ 32'dir. Uzun Sayı tarihleri beş rakamlı olarak yazılır ve genelde bizim onlu sistemimiz yerine 20'li bir temel kullanır. En yüksek değer normalde Bak'tun'du -144.000 günlük bir birim- ama biz pek az ifade edilen ve 13 katsayısıyla gösterilen 19 daha yüksek sistem olduğunu biliyoruz. Böylece Uzun Sayı'nın tümü akıl almaz bir boyuta ulaşıyor ve trilyonlarca yılı kapsıyordu (evrenimizin varoluşundan çok daha uzun bir süre).

Arkeolojideki gelişmeler sonrasında, Maya yazısını çözmekte gerçekleştirilen ilerlemeler, son 13 Bak'tun olan İÖ 3114 yılının olayları hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır. Burada üzerinde durulan şey yoketme değil, yaratmadır: Tanrılar'ın "düzenlenme"si, merkezi bir "ocak" oluşturulması ve "taşların ekilmesi" vardır. Bu gerçek bir sıfır yılı olmadığından, kitabelerde İÖ 3114 yılından çok önceki efsanevi olaylardan da söz edilmektedir.

Aynı biçimde Mayalar'ın gelecek için hesapladıkları tarihlerde 4772 yılında bir kraliyet yıldönümü kutlanacaktır. Böylece 2012'nin "zamanın sonu"nu temsil ettiğini söylemenin bir anlamı olamaz.

Yalnızca Tortuguero'da bulunan bir yazıtta, 13 Bak'tun'un 2012'de sona ereceği kehanetinde bulunulmaktadır. Ne yazık ki, taş hasarlıdır ve kısmen okunabilmektedir. Tanınmış bir Maya Tanrısı olan b'olon okte'den sözederken "yem" (inen) ekini kullanmaktadır. Bu, Postklasik Dönem'de (909-1697) Maya sanatında çok popüler olan Dalan tanrı imajını hatırlatmaktadır.

Tahmin edeceğimiz, hatta bildiğiniz gibi Uzun Sayı, geniş vizyonunun ancak bir kısmını görecek kadar yaşamıştır. Meksika'da Tonina'da son tarih 909'da kazınmıştı, çünkü bir önceki yüzyılda bölgeyi kasıp kavuran toplumsal, ekolojik ve demografik kriz, klasik uygarlığı sona erdirmişti.

Ancak 16. yüzyıl olaylarıyla kıyaslanınca bu felaket hafif kalmaktadır. Bu tarihten sonraki Avrupalılar'ın istilası, bütün Amerika yerlileri için olduğu gibi, sayısız Maya için de bir ölüm fermanıydı. Hastalıklarla kırılmış, işkence ve ölüm tehdidiyle yeni bir dine, Hıristiyanlık'a girmeye zorlanmış ve geleneksel öğretinin hemen hemen tamamen silinmiş olmasıyla bu felaket, eski kehanetlere değer bir felaketti.
 
- Yönetici düzenlemesi: :
darkprayer
Elit Üye
harbi çok güzel olmuş yazıların devamını sabırsızlıkla bekliyorum ellerine sağlık güzel paylaşım
 
ESTERGON
Genel Moderator
Aztlân ve Aztek Göçü Efsanesi (1.Bölüm)

Aztlân ve Aztek Göçü Efsanesi (1.Bölüm)


Zaman: İÖ 13-15. yüzyıllar
Mekân: Meksika Vadisi

Ülkenin sakinleri olan diğerleri gibi bu insanlar da, Aztlân adlı ve yaşadıkları yerdeki Yedi Mağaralar'dan ayrıldılar. Aztlân, "Beyazlık" ya da "Balıkçılların Ülkesi" demektir. FRAY DIEGO DURAN, 16. YÜZYIL.

Aztekler ve müttefikleri 15. yüzyılda ve 16. yüzyıl başlarında orta ve güney Meksika'da bir imparatorluk kurdular, imparatorluk, Hernân Cortes'in İspanyol Seferi sonunda, ancak yüz yıl yaşadıktan sonra yıkıldı. Günümüz Meksika ulusal efsanelerinde, Aztekler, kahraman yerli geçmişi ve yabancı istilasının trajedisini temsil edecek biçimde popüler hayal gücünde idealleştirilmiştir.

Aztek başkenti Tenochtitlan'ın İspanyol sömürgesi Mexico City'ye dönüştürülmesi ve çağdaş milletin başkenti olmaya devam etmesi Aztekler'i İspanyol öncesi kolektif 3000 yıllık kültürel mirasın en önemli temsilcileri olarak diğer kızılderililerin üzerine çıkarmaktadır.

Codex Boturini'den bu sayfalarda, Aztekler'in bir gölün ortasında bir ada olan Aztlân'dan göçmeleri resmedilmiştir.

EFSANENİN KÖKENİ

Aztekler nereden gelmişlerdir? Aztek kaynaklarına dayanılarak hazırlanan ilk sömürge tarihçeleri, resimli belgeler ve arkeolojik kazılar Aztekler'i tarihsel bir kesinlikle ancak 13. yüzyılda Meksika Vadisi'ne kadar izleyebilmiştir. Kökenlerinin coğrafi bölgesi hâlâ çözümlenmemiş bir muammadır.

Aztekler'in, 13. yüzyılda kuzey çöllerinden Meksika Merkez Yaylaları'na göçen göçebe avcı ve kısmen çiftçi kabilelerden biri oldukları anlaşılmaktadır. Efsanelerde çıkış yerleri olarak kuzeyde Aztlân'dan, "Balıkçıl kuşlarının yeri"nden söz edilmektedir. Aztlân bir göldeki bir ada tepe olarak tanımlanmaktadır.

Aztekler yaratılış zamanında orada topraktan ve mağaralardan çıkmışlardır. Bir gün gelmiş oradan ayrılmaya karar vermişler, kanolarına binip karaya çıkmışlar ve uzun göçlerine başlamışlardır. Çok geçmeden Meksika "ay insanları" diye bir grup kendilerine katılmıştı (ondan sonra Meksika-Aztekleri adını almışlardır). Başlarında reisleri Huitzilopochtli ("Soldaki Sinekkuşu") vardı. Bu daha sonra, rahipler tarafından taşınan kutsal bir simge olarak görülmektedir. Göç devam ederken rahipler Huitzilopochtli'nin kabilenin ne yöne gideceği hakkındaki kehanetlerini sözlü olarak ifade etmekteydiler.

Huitzilopochtli'nin mucizevi doğumu, göçten önce gerçekleşmişti. Efsaneye göre yaşlı rahibe Coatlicue, Coatepetl ("Yılan Dağ") tepesinde bir tapınağı süpürürken gökten bir tüy topu düşmüş ve kendisini Huitzilopochtli'ye hamile bırakmıştı.

Coatlicue'nin oğulları Centzonhuitznaua ("dört yüz" yani çok) ve büyük kızı Coyolxauhqui annelerinin hamileliğini öğrenince kızmışlar ve onu öldürmeye karar vermişlerdi.

Silahlı düşman dağa tırmanmaya başlamıştı. Huitzilopochtli birden yüreklere korku salan, doğaüstü güçlü bir savaşçı olarak doğmuştu. Bir "Ateş yılanı" atarak Coyolxauhqui'yi delmiş ve başını kesmiş, gövdesini dağdan aşağı atıp parçalamıştı. Sonra Centzonhuitznaua'yı kovalamış, hiç acımadan hepsini öldürmüştü.

Kabile göçe devam ederken bazı yerlerde yıllarca kaldığı oluyordu. Yine konakladıkları bir yerde muhalif bir grup kabileden koptu. Kabile, 10. yüzyıl Tolteca-Chichimecaları'nm daha önceki göç hikâyesinde de yer alan Culhuacan-Chicomoztoc Dağı'nda da durakladı. Aztekler Meksika Vadisi'ne gelince, Chapultepec pınarları yakınlarına yerleşmek istediler.

Burada bir savaş daha yapıldı ve Huitzilopochtli düşman reisini öldürüp kalbini göl kıyısındaki bataklığa attırdı. Ama bataklığa atılan kalp, göçebe kabilenin daha sonra büyük piramitlerini yapıp başkentleri Tenochtitlan'ı kuracakları yere düştü. Burası efsanelerde, beyaz ardıçlarla ve söğütlerle kaplı bir alan olarak tarif edilir.

Anlatılanlara göre, bir derede beyaz yılanlar, kurbağalar ve balıklar yüzüyordu. Bir başka hikâyede suları kara ve sarı renklerde olan iki dereden söz edilir. Aslında bu görüntüler Historia Tolteca-Chichimeca'da yer aldığından, daha eski kaynaklardan alınmadır.

Aztekler sonunda bir kaya üzerindeki kaktüsün üstüne konmuş bir kartal gördüler. Bu, Huitzilopochtli'nin, kabilenin yerleşeceği kehanetinde bulunduğu ve uzun zamandır aradıkları noktaydı. Bu olay, Aztek takvimine göre "2 ev" yılında gerçekleşmişti ki, bu da Hıristiyan takviminde 1325'e tekabül ediyordu.
 
ESTERGON
Genel Moderator
Aztlân ve Aztek Göçü Efsanesi (2.Bölüm)

Aztlân ve Aztek Göçü Efsanesi (2.Bölüm)


GERÇEĞİ GERÇEK OLMAYANDAN AYIRMAK

Bu efsanevi olaylardan ne anlam çıkarabiliriz? Aslında Aztekler'in Meksika Vadisindeki ilk yılları çok farklı bir tablo çizmektedir. Aristokrat bir hükümdar ailesi olmayan barbarlar olarak aşağılanan ve diğer eski kentli topluluklar tarafından yenilgiye uğratılan kabile, sazlıklar arasına kaçmak zorunda kalmıştı. Ancak dirençli ve girişimci insanlardı.

1428 yılı geldiğinde kentli hayat biçimini benimsemişler ve Tetzcoco ile Tlacopanlar'la ittifak kurmuşlardı. Güçler dengesini ustaca dengeleyerek yaptıkları fetihlerle Tenochtitlan'ı Meksika'nın en korkulan ve en zengin kentine dönüştürmeyi başardılar. Hükümdar Itzcoatl çok geçmeden yeni bir tarihi kimlik belirleme ihtiyacını gördü. Toplanan meclis karanlıkta kalmış geçmişlerini, varolan kabile göç hikâyelerini, katlanılan aşağılanmaları ve saygın ataların eksikliğini gözden geçirdi: Bütün bunlar yeni imparatorluk statüsü için kabul edilemez şeylerdi. Eski belgeler yakıldı. Çok tanınmış efsanevi olayları içeren yeni ve "resmi" bir tarih hazırlandı, Huitzilopochtli tanrılaştırılmış Aztek koruyuculuğuna yükseltildi.

(Solda) Yenilgiye uğramış Coyolxauhqui: Büyük Tenochtitlan Tapınağı'nda bulunan bir heykel. (Sağda) Aztekler'i Tenochtitlan başkentlerini kurmaya götüren alamet: Bir kaya üzerindeki kaktüse tünemiş bir kartal (Codex Mendoza'dan).

Bu "resmi" metinleri inceleyen araştırmacılar Aztlân'daki başlangıcın Guatemala, Meksika'nın içleri kuzeybatıdaki Michoacan ve kuzeyde New Mexico'ya yayılmış göç hikayeleriyle uyumlu olduğuna dikkat etmişlerdir. Olay uzak bir ülkede ya da kuzeyde bir gölde yeni bir çağ ile başlar. İnsanlar genellikle toprağın altından ya da sudan çıkarlar. Bir anlaşmazlık ya da savaş sonunda bir Tanrı ya da Tanrıça'nın önderliğinde göçe çıkılır. Göçen gruba başkaları katılır ve doğaüstü bir lider ya da ulak göç yolunu gösterir.

Böylece resmi Aztek göç hikâyesi de varolan örnekleri yansıtmaktaydı ve Aztlân da belirli bir coğrafi mekândan çok Aztekler'in yarattığı bir efsane mekânıydı. Bu neden Aztlân'ı bulma çağdaş çabalan hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Huitzilopochtli'nin "babasız" doğumu ve düşmanlarını öldürmesi, Aztekler'in "yasal" bir aristokrat soyun eksikliğini kapamak için konulan bir efsane olarak görülmektedir. Huitzilopochtli'nin zaferini kutlamak için Büyük Tenochtitlan Piramiti, efsanevi Coatepetl Dağı'nın simgesi olarak inşa edilmiştir. En tepede Mezoamerikan tarımsal Yağmur Tanrısı Tlaloc'un tapınağının yanında Huitzilopochtli'nin tapınağı vardı, aşağıda da Coyolxauhqui'nin parçalanmış cesedinin heykeli duruyordu. Aztekler böylece cesaret, gurur ve yıkıma odaklanan savaşçı kültürleri için bir esin kaynağı yaratmışlardı.

(Solda) Aztekler'in Tenochtitlan başkentlerini kurmak için çıktıkları efsanevi göç yolu. (Sağda) Çifte tapınaklarıyla Büyük Tenochtitlan Piramiti.

Ancak eski Meksika'da en azından İÖ l. binyılda orta yayla havzalarının kentli insanlarıyla kuzeyin kurak bölgelerinin kavimleri arasında ilişkiler olduğu gerçeği vardır. Aztekler'in bu geniş bölgeden oldukları düşünülebilir ve Aztekler kent hayat biçimine ne kadar alışmış olsalar da, geçmişlerini tümüyle unutacak insanlar değillerdi.

Bu nedenle Aztlân'ın araştırılması, bir zamanlar Birleşik Devletler'in güneybatı çölleri ile Meksika yaylaları arasında yaşayan pek çok toplum arasındaki kültür tipinin araştırması ve bu insanların eski ve çağdaş Meksika tarihine nasıl biçim verdikleri sorununun araştırılması olarak görülebilir.
 
- Yönetici düzenlemesi: :
ESTERGON
Genel Moderator
Düş-Zamanı Anıları

Düş-Zamanı Anıları


Zaman: Ebedi
Mekân: Avustralya

Avustralya Aborijin sanatı bütün dünyaya sunulmuş dünyanın son büyük sanat geleneğidir. WALLY CARAUNA, 1993

Avrupalılar 1788'de Brîtanya Birinci Filosu'nun Botany Körfezine çıkmasıyla Avustralya'yı ele geçirdiklerinde, ülkeyi kendi Avrupalı değerlerine göre biçimlendirmişlerdir. Avrupalılar kıtanın haritasını çıkarmışlar, devasa araziyi tarlalara ve çiftliklere bölmüşler, sanki boş bir toprakmış gibi doğal yerlerine İngilizce adlar vermişlerdir. Aynı kültürel gelenekten arkeologlar ise, Aborijinler'in Avustralya'ya yerleşme tarihlerini tespit için ciddi bir kaygı içinde olmuşlardır. En son tahminleri 60.000 yıl ya da daha öncesidir.

Avustralya Aborijinleri'nin bazı konularda kendi görüşleri vardır. Yeryüzünün yaratılıp düzenlendiği, dere ve tepelerin yapıldığı, insanların kendi ülkelerine yerleştirildikleri Düş-Zamanı'ndan bu yana, burada olduklarını bilip söylemektedirler. Bu Aborijin kavramını ifade için kullandığımız "Düş-Zamanı", onların orijinal dillerinde kullandıkları sözcüğe göre, hiç de uygun bir çeviri değildir. "Düş", farklı ve doğru olan gerçekliğe uyanacağımız maddi olmayan bir dünyayı ima etmesiyle, elbette yanlış bir sözcüktür. " Zaman" da, geçmişte olan ve şimdiki zamandan ayrı olan belirli bir dönemi akla getirdiği için, tamamen yanlış bir sözcüktür.

Düş görmenin ayrılmaz bir parçası, burada olmanın "her zamanlığı", nesnelerin oldukları ve olmaları gerektiği gibi olmalarıdır. Zaman, yani ölçülmüş kronolojik zaman, zaman içinde değişiklik -arkeolojinin ve batı ampirik biliminin bu merkezi dayanakları- Aborijinler'in kastettiği zaman kavramının içine girmez.

(Solda) Düş-Yeri, her zaman değilse de, genellikle resimde görülen bu doğal kireçtaşı kayası gibi manzaranın belirgin bir noktasıdır. (Sağda) Ngalyod (Gökkuşağı Yılanı), Bruce Nabegeyo (1995). Gökkuşağı Yılanı, Düş-Zamanı hikâyelerinin başlıca unsurudur. Bu modern resimde Gökkuşağı'nın başı, yaratıkların en güçlüsü olan tuzlu su timsahının başı olarak resmedilmiştir.

DÜŞ-ZAMANI SANATI

Eski Avustralya Aborijinleri, eski kaya resimleri ve kaya oymalarıyla resimli bir kayıt bırakmışlardır. Resimlerdeki hayvanların ve kuşların çoğu bugün o topraklarda bulunmaktadır: Brolga ve krokodil, miğferli kakadu, Düş-Zamanı hikâyelerinde önemli olan yaratıklardır.

Sık rastlanan bir motif, kimi zaman bir çalı hindisi izi kadar küçük, kimi zaman bir emu ya da daha da büyük olan kuş izleridir. Bu sonuncular büyütülmüş emu izleri midir? Kimbilir belki de daha büyük bir kuşun izidir. Aşırı büyük ve insan ayağı biçiminde izleri de vardır.

Kuzey Avustralya'da Kakadu Milli Parkı ile çevresindeki bölgedeki kaya resimleri, en azından 4 bin yıllık, büyük bir olasılıkla çok daha eskidir. Daha eski resimlerde, 20. yüzyılda yalnızca Tasmanya'da kalan keseli, etobur Tasmanya kaplanlarının pek çok resmi vardır.

Avustralya kıtasında bir zamanlar varolan kaplan, insanların Güneydoğu Asya'dan köpek getirmesinden bu yana kaybolmuştur. Bu köpekler vahşi dingolar olmuş ve daha orta boylu bir yırtıcı hayvan olarak kaplan soyunu tüketmiştir. Dingonun Avustralya'ya geldiği dönemde Tasmanya, Buzul Çağı sonrasında deniz düzeyinin yükselmesiyle anakaradan ayrılmış olduğundan, hayvan Tasmanya'da yaşamaya devam edebilmiştir.

(Solda) Avustralya'da kaya resmi, yaşayan bir gelenektir. Kakadu Milli Parkı'ndaki bu büyük fresk l960'larda eski resimlerin üstüne yapılmıştır. (Sağda) Avustralya kayalarındaki insan ayak izleri, zamanın eskiliğini taşımaktadır. Bazılarının üzerinden daha sonra beyaz boyayla geçilmiştir. Orta Avustralya'da yakın zamanların "nokta resimleri"nin temeli, eski kaya resimleridir.

ESKİ GEÇMİŞİN KAYITLARI

Dingoların Kuzey Avustralya'ya 4 bin yıl önce geldiklerini tahmin ediyoruz, bu yüzden Tasmanya kaplanlarının resimleri, soyu tükenmiş bir türün resimleridir ama yalnızca o süre içinde tükenmiş olan bir soyun.

Ancak Kakadu Milli Parkı'nın bile dışındaki ıssız "taş ülkesi"nin tepelerindeki bir resim, çok daha eski bir şeye işaret etmektedir. İyi tasvir edilmiş ve iyi korunmuş olan bu resimde, Tasmanya kaplanı ya da bir kanguru ya da çağdaş bir keseli türü olmadığı kesin bir yetişkin ve bir yavru yaratık vardır. Bunun küçük ön ayakları (ve keseliler gibi) eli andıran atileri vardır. Ortasında sanki gövdesinin altından sarkan iri ve sivri memeleri vardır. (Oysa keselilerin memeleri, yavrularının büyüdüğü kesenin içindedir.)

Küçük ya da yavru olanda da buna benzer bir şey görünmektedir. Yoksa bu yaratık bir megafauna mıdır? Kimileri bunun yalnızca Palorchestes adı verilen ve yalnızca bulunabilmiş fosil kemiklerinden tanınan bir yaratık olduğu görüşündedirler.

Ne yazık ki, bugüne kadar bu resimlerden yalnızca bir tanesini biliyoruz. Ancak yüksek kayalık bölgede daha başkaları bulunabilir. Buralarda resimlerle dolu sayısız kaya mağarası bulunmaktadır ancak bunlar fazla ziyaret edilmemiş ve kaya sanatı bakımından tam olarak araştırılmamıştır.

Düş-Zamanı hikâyelerinin başlıca figürlerinden biri, ülke içinde dolaşırken yeryüzüne biçim veren ve dramatik izini kayalar ve dereler ve göller oluşturarak bırakan Gökkuşağı Yılanı'dır. Gökkuşağı Yılanı, çağdaş Avustralya pitonlarından bile daha büyük yılanların anısını mı taşımaktadır? Aborijinler'in sel ve kabaran sular hikâyeleri, Buzul Çağı'nın sonunda yükselen deniz düzeyinin insanları daha eski bir kıyı şeridinden içerilere ittiği zamanların anılarını mı korumaktadır?

Bu konuda, denizin yükselişinin zamanının tespit edildiği Kakadu Milli Parkı'nda, yükselmenin son aşamalarından kalma bir kaya resminde, ilginç bir ipucu verilmektedir: Denizin o yükselmesi anında, "kıyı insanları"nın daha önce içerilere yerleşmiş olan "taş insanları" ile yeni ilişkilere girdiklerini ve savaştıklarını gösteren resimlerin sayısında da kesinlikle bir artış vardır. Eh, işte bu da yorumlanması gereken bir başka ipucudur.

(Solda) Orta Avustralya'dan bir churinga. Düş-Zamanı'nın atalarının bu kutsal nesnelere dönüştükleri düşünülmektedir. (Sağda) Başını yukarı ve sağa çevirmiş, yavrusu sağında duran bu garip yaratık soyu çoktan tükenmiş megafauna olabilir.
 
ESTERGON
Genel Moderator
Dil Nasıl Gelişti?

Dil Nasıl Gelişti?


Zaman: 0,5-1 milyon yıl önce
Mekân: Afrika

Dil kültürel bir yapı değildir... o beyinlerimizin biyolojik yapısının belirli bir parçasıdır. STEPHEN PINKER, 1994.

Birbirimizle konuşmak, bizim yapabileceğimiz en basit ve en karmaşık şeylerden biridir. Konuşmak bir zahmet gerektirmez, üstelik keyif verir. İnsan olmanın ve toplumun katılımcı bir üyesi olmanın bir parçasıdır. Biz bir tür olarak en derin duygularımızı, bilgi ve anlayışta ilerlememizi ve çoğunlukla da, günlük yaşantımızın önemsiz şeylerini iletmek için dili kullanırız.

İletişim kurduğumuzda evrimin en şaşırtıcı ürünlerinden birini -dili-kullanmaktayız. Çıkardığımız seslerin pek çoğu genelde benzersizdir. Her biri sahip olduğumuzun farkına bile varmadığımız gayet karmaşık gramer kurallarına uygundur ve toplumun sıradan bir üyesinin emrindeki 60 bin kelimelik bir dağarcıktan seçilip alınır. Dilsiz bir hayatı hayal bile güçtür ve insanlar konuşamadıkları zaman sözlü kelime kadar karmaşık işaret dilleri kullanırlar.

İnsanın ses kutusu ya da gırtlak, insanlarda şempanzelere oranla boyun anatomisinin daha alt kısmındadır. Bu durum şempazenin çıkarabileceği sesleri kısıtlar. Gırtlağın aşağı kayması dilin gelişmesinde önemli bir gelişme olmuştur.

Evrimle ilgilenen biri için konuşulan belirli bir dil, dili konuşma yeteneği kadar ilginç değildir. Çin'de doğmuş bir çocuğu alıp İngiltere'ye yerleştirirseniz akıcı bir İngilizce konuşan biri olarak yetişecektir. Evde Çince, okulda İngilizce konuşuluyorsa, çocuk iki dilli olacaktır. Bunun nedeni bütün dillerin temelde benzerlikleri olmasıdır. Bebekler, hayatlarının ilk yıllarında karşılaştıkları dilleri öğrenmek için programlanmış beyinlerle doğarlar. Çocuk ikinci yılında günde en az on sözcük öğreniyor ve bunları, karmaşıklığı ve içeriğiyle anababasını çoğunlukla şaşırtacak cümleler içinde birleştiriyordur.

Hayvansal iletişimin başka hiçbir sisteminin, insan dili ile uzaktan yakından bir benzerliği yoktur. Kuş cıvıltısı, maymun bağırmaları ve karınca pheromone'ları çok gelişmiştir ama hiçbirinin gelecekteki ya da geçmişteki olaylara, o anın dışında olup bitenlere ya da belki yalnızca hayalde olanlara gönderme yapma olasılığı yoktur. Yaşayan en yakın akrabalarımız olan şempanzeler bile ses ve jestlerle iletişim kurarlar ve laboratuvardaki sembolleri kullanmayı öğrenebilirler.

Bilimadamları yıllardır şempanzelerde insansı bir dil parıltısı görmek için uğraşmışlardır ve bunlardan çoğu da, böyle bir şeyin olmadığı sonucuna varmıştır. Şempanzelerin birkaç yüz "sözcük" ten fazlasını öğrenemedikleri ve kendi çıkardıkları seslerin "gramer" karmaşıklığının sözcüklerin çok basit bir sıralanmasından ileri gidemediği anlaşılmıştır.

Beş milyon yıl önce Doğu Afrika ormanlarında yaşayan insan atalarımızın da şempanzeler kadar "dil" yetenekleri olduğu tahmin edilmektedir ki, bu da konuşma dilleri olmaması demektir. Birbirleriyle sesle ve işaretlerle iletişim kuruyor olmalılardı. Buradan insan diline geçiş, herhalde çok ağır olmuş ve bir tek "dil-benzeri" geçiş adımından çok, 130 bin yıl önce türümüz Homo sapiens'in ortaya çıkışıyla tam karmaşık modern bir dille sonuçlanan küçük adımlarla gerçekleşmiştir.

(Solda) İsrail'in Kebara Mağarası'ndaki bir mezarlıkta, 1963'teiyi korunmuş bir Neanderthal iskeleti bulunmuştu. (Sağda) Sue Savage-Rumbaugh ve sözlü İngilizce'yi epey anlayan Panbanisha adlı bir bonobo.

DİLİN ÖN KOŞULLARI

Dilin evrimi, sesleri anlamak ve çıkarmak için gerekli sinir sürecini üstlenebilecek kadar büyük bir beyne sahip olmaya bağlıydı. Ancak ne kadar büyük bir beyin gerektiği pek kesin değildir. Örneğin, şempanzelerin ve australopithecus'ların 450 çelik beyni yetersiz görünmektedir, ancak 1,5 milyon yıl öncesinin Homo ergaster'i 900 cc'lik beyniyle yeterli beyin gücüne sahip görünmektedir. Sinir bağlantıları o sırada henüz gelişmemiş olabilirse de. Homo ergaster, dilin evrimi için iki diğer ön koşula daha sahipti: İki ayak üzerinde duruyordu ve et yiyordu.

İki ayak üzerinde yürümek ve koşmak, bu tür hareketleri idare etmek için yüksek derecede denetimli bir soluma sistemi gerektiriyordu. Bu, konuşulan dilin özelliği olan, çok sayıda farklı ses üretmek için de gerekliydi. Ataları gibi çok miktarda tohum, sap ve kök yemek yerine et yiyen Homo ergaster'in dişleri de küçüktü. Bu da dile, dudaklara ve yanaklara daha çok esneklik verdiği için çok geniş bir ses yelpazesi imkânı sağlamaktaydı.

Homo ergaster'in büyük beyni, iki ayaklılığı ve küçük dişleri, dil ile ilgisiz nedenlerle evrim geçirmiş olmalıdır. Ancak bütün bunlar olana kadar dil evrimi gerçekleşemezdi: Bunlar evrimin gerekli ön koşullarıydı. Sesli ve jestli iletişim bir kere yerleştikten sonra, giderek sıklıkta ve karmaşıklıkta artarak daha geniş bir sözlük ve daha gelişmiş bir gramer oluşmuş olmalıdır. Avların yerini ya da alet yapımını daha etkili olarak iletebilen bireylerin ve diğerlerinin seslerini daha iyi anlayanların avantajlı oldukları tahmin edilebilir. Ancak ilk dil, duygu iletmekte ve özellikle toplumsal ilişkiler kurmakta da kullanılmış olmalıdır.

Günümüz antropologlarının bazıları, konuşmanın kökeninin dedikodu olduğuna inanır: Dil, giderek genişleyen grupların kopmalarını önleyen "tutkal" olmuştur. Bazıları dilin, bireyin zekâsıyla gösteriş yapma yolu olduğunu düşünmektedirler: Tıpkı tavuskuşlarının dişilerine parlak tüylerini göstermeleri gibi, eski erkek ve kadınlar da karşı cinse gösteriş yapmak için giderek artan ve bir dereceye kadar gereksiz sözcükler kullanmayı benimsemiş olabilirler. Dilin ana işlevlerinden biri, başkalarının zihinlerini insanın kendisi gibi düşünmeye yöneltmek olduğundan hitabet yetenekleri önemli olmalıydı.

(Solda) Daha önceki insan akrabalarına kıyasla küçülmüş azı dişleriyle Homo ergoster'in alt çenesi. Dişlerdeki bu değişiklik diyetle ilişkiliydi ve bunun bir yan ürünü de çeşitli sesler çıkarabilmek olmuştur. (Sağda) Bu, boğazımızda bulunan ve ses sistemimize ilişkin yumuşak dokuların bağlı olduğu ilk dil kemiğidir.

DİLİN EVRİMİ

Dil için bu ayıklayıcı baskıların insan evriminin hangi aşamasında en önemli olduğu konusu da belirsizdir. İnsan anatomisinin sözlü dil yeteneğini yansıtan temel unsurları ne yazık ki yumuşak dokular ya da beyindeki sinir devreleri olup, bunlar arkeolojik bir iz bırakmazlar. Bu nedenle insan sesini şempanzeninkinden ayırt etmek için gırtlağın ne zaman boyuna indiği ya da insanın hızlı konuşma seslerini ne zaman algılayıp bunları işitilebilir farklı sözcükler halinde ayırabildiği bilinmemektedir.

İnsan beyninin 600 ile 200 bin yıl arasında büyümesi ve 1200-1500 cc boyutlarına erişmesi, beyinde konuşma için yeni devreler yaratmış olabilir. Ancak dilin evrimi diğer idrak yeteneklerinden ayrı olarak gelişmiş olamaz, bilinç ve yaratıcı zekâ gibi şeyler, birbiri üstüne eklenmiş olmalıdır. Ne de olsa insan, aklındakinin ne olduğunu bilmediği takdirde düşündüklerini söylemesinin bir anlamı olmayacaktır.

90 bin yıl öncesinin kemik zıpkınları ve Güney Afrika mağaralarının 120 bin yıl önceki aşı boyaları kanıtlarının ışığında, ilk Homo sapiens'm konuşma dili olduğu kuşkusuzdur: İnsanların neyi neden yaptıkları hakkında konuşmadan, vücutlarını boyamaları ve karmaşık aletler yapmaları düşünülemez. Ancak diğer insan soyları da bazı konuşma yetenekleri geliştirmiş olmalılardır.

Neanderthaller'in anatomik kanıtları onların, gelişmiş dil kullanıcıları olduğunu akla getirmektedir. İsrail'de Kebara Mağarası'nda bulunmuş (yaklaşık 63 bin yıl öncesine ait) bir dil kemiği, bizimkinden pek büyük bir farkı olmayan bir ses sitemini göstermektedir. Ancak Neanderthaller'in çağdaş insanlar kadar geniş bir sözlük ve karmaşık bir gramer geliştirip geliştirmedikleri tartışmalıdır.

Böylece dilin evrimi uzun ve yavaş bir süreç olmuştur. Nihai kökleri bugün maymunlar tarafından kullanılan iletişim sistemlerinde yatmaktadır. Yerleşmek için ön koşullara, birbirleriyle ilişkisi olmayan talihli oluşumlara ve sonra da üremede avantajlı olmak için hem ses çıkaran hem de anlayan bireyler için ayıklamacı baskıların olmasına gerek vardı. Bu baskılar herhalde büyük toplumsal gruplar içinde yaşamayla, yiyecek bulma ve elde etme sorunlarıyla ve alet yapımı hakkında iletişim kurmayla ilişkiliydi. İyi bir tahminle en az 250 bin yıl öncesinin büyük beyinli insanlarının, gelişmiş avcı-toplayıcı olmasının yanı sıra ateşli birer dedikoducu olduğu da söylenebilir.

EFSANELER...

Eskiden, dilin tanrısal bir kökeni olduğuna inanılır ve dilin "Allah"ın insana verdiği nimetlerden" biri olduğu varsaydırdı. Tevrat'ta Âdem, Allah'ın yardımıyla yaratıkları adlandırmıştı. Hindulara göre dili Tanrı İndra, İskandinav mitolojisine göre ise rünik alfabeyi bulan Tanrı Odin yaratmıştır.

Tevrat'ta, başlangıçta bütün dünyanın "dilinin bir, sözünün bir" olduğu belirtilir. Ama insanlar gökyüzüne ulaşacak bir kule (Babil Kulesi) yapmaya kalkışınca Tanrı onların dillerini böler ve böylece ortaya, birbirlerini anlamalarını önleyen çok sayıda dil çıkar. Arap inançlarında da, yazıyı ve dili Âdem'e veren Tanrı'dır.
 
ESTERGON
Genel Moderator
Piramitlerin Gizemleri

Piramitlerin Gizemleri


Kahire de bulunan Keops Piramiti'nin 12 ton ağırlığında iki buçuk
milyon taş bloktan oluştuğunu, günde on blok yerleştirilmesi halinde
yapımının 664 yıl süreceğini, piramitin üstünden geçen meridyenin
karaları ve denizleri tam eşit iki parçaya böldüğünü ve piramitin
dünyanın ağırlık merkezinin tam ortasında bulunduğunu, yüksekliğinin
(164 m.) bir milyarla çarpımının güneşle dünyamız arasındaki uzaklığı
verdiğini, taban alanının yüksekliğinin iki katına bölünmesinin pi
sayısını verdiğini, biliyor muydunuz?


* Piramitlerin inşa edildiği taşları temin etmek için en yakın mesafe
yüzlerce kilometre uzaklıktadır. Bu taşların nasıl getirildiği
bilinmemektedir.


* Piramit kimin adına yapıldıysa, onun bulunduğu odaya, yılda sadece 2
kez güneş girmektedir (Doğduğu ve tahta çıktığı günler).


* Mumyalarda radyoaktif madde bulunuyor. Bu yüzden mumyaları ilk kez
bulan 12 bilim adamı kanserden ölmüştür.


* Piramitlerin içerisinde ultra sound, radar, sonar gibi cihazlar
çalışmamaktadır.


* Kirletilmiş suyu, birkaç gün pramit in içine bırakırsanız suyu
arıtılmış olarak bulursunuz.


* Pramit in içerisinde süt birkaç gün süreyle taze kalır ve sonunda
bozulmadan yoğurt haline gelir.


* Bitkiler pramit in içinde daha hızlı büyürler.


* Pramit in içine bırakılmış su 5 hafta süreyle bekletildikten sonra
yüz losyonu olarak kullanılabilir.


* Çöp bidonu içindeki yemek artıkları hiç koku yapmadan pramit içinde
mumyalaşır.


* Kesik, yanık, sıyrık gibi yaralar büyükçe bir pramit in içinde daha
cabuk iyileşme eğilimi gösterir.


*Pramitlerin bazı odalarının içinde ne olduğu hakkında bir bilgi
yoktur araştırmacıların çoğu ya içinde kayboldu ya da aynı yerde
birkaç tur attılar. Ancak içlerini göremediler.


*Pramitlerin içi yazın soğuk, kışın sıcak olur.


ALINTI
 
ESTERGON
Genel Moderator
Neanderthaller'e Ne Oldu? (1.Bölüm)

Neanderthaller'e Ne Oldu? (1.Bölüm)



Neanderthal dünyasının boyutları. Varlıklarının büyük bir bölümünde kuzeybatı Avrupa buzullarla kaplıydı


Zaman: 250 bin-28 bin yıl önce
Mekân: Avrupa ve Batı Asya

...bunlar ne Homo erectus'un "yeni ve gelişmiş" biçimleriydi ne de Homo sapiens'in kaba prototipleri. Bunlar kendileriydi: Neanderthaller'di yani aile tarihimizi en çok zenginleştiren özel, başarılı ve şaşırtıcı insan gruplarından biri. ERICK TRINKHAUS VE PAT SHIPMAN, 1992.

Neanderthaller'in başına gelen, yeryüzünde yaşayan sayısız türün çoğunun başına gelenlerden farksızdır: Soyları tükenmiştir. Bunda olağandışı bir durum yoktur ve insan evrimi hakkında daha çok bilgi elde ettiğimizde, Neanderthaller'in aynı kadere uğramış çok çeşitli insan tiplerinin ve insanın atalarının yalnızca en sonuncuları olduğunu öğrenmekteyiz.

Ancak Neanderthaller hakkında şaşırtıcı ve olağandışı olan şey çok yakınlarda, yalnızca 30 bin yıl önce soylarının tükenmesi ve böylece de gezegenimizde soyumuzun tek canlısı olarak bizim türümüzü, yani Homo sapiens'i bırakmış olmasıdır. En yakın akrabalarımız şempanze ve goriller de içinde olmak üzere, bütün diğer hayvan tiplerinin en az iki türünün yaşadığı düşünülürse, bu gerçekten olağandışıdır. Ayrıca, her şey Neanderthaller'in lehlerineydi: Çağdaş insanlar kadar büyük beyinleri, Buzul Çağı ortamında yaşamaya çok uygun fizyolojileri vardı, gayet karmaşık taş aletler yapıyorlardı ve büyük hayvanları avlayabiliyorlardı.

Ancak Avrupa'da ve Batı Asya'da 200 bin yıldan fazla yaşadıktan sonra nüfusları giderek azaldı ve sonunda soyları tükendi. Onların başına ne geldiği, arkeologlar ve antropologlar için hâlâ önemli bir soru olma niteliğini korumaktadır.


(Solda) İlk tanımlanan Neanderthal kafatasının çizimi. Kafatası l856'da Almanya'da Neander Vadisi'nde bulunduğundan Neanderthal adı verilmiştir. (Sağda) Homo sapiens ile Neanderthaller arasındaki anatomik ve fizyolojik farklılıklar, farklı hayat biçimlerini ve evrimsel ortamlarını yansıtmaktadır.

Neanderthaller genelde daha tıknaz ve güçlü olup fizikleri yüksek enlemlerde yaşamaya elverişlidir. Çağdaş insan daha zarif olup ekvator kökenini yansıtmaktadır. Ancak her iki türde de farklılıklar vardır. Yaşasaydılar, pek çok Neanderthal günümüzde garip kaçmayacaktı.

KLASİK NEANDERTALLER

Homo neanderthalensis, l milyon yıl önce Avrupa'ya yerleşmiş olan Homo heidelbergensis soyundan türemiştir. Hangi fosil örneklerinin hangi türe ait olduğu antropologlar arasında tartışmalıysa da, klasik Neanderthal niteliklerinin 150 bin yıl önce geliştiği bellidir.

Bunlar arasında epey iri ve uzun burunlu, kalın kaş çıkıntılı bir yüz ve çağdaş insanın yüksek ve yuvarlak kafatasıyla kıyaslandığında düz ve eğik bir kafatası vardır. Gövdeleri iri ve güçlü, göğüsleri geniş olup adaleli kol ve bacakları vardı. Kemiklerinin kalın ve ağır olması büyük fiziki faaliyet gerektiren yorucu bir hayatları olduğunu göstermektedir.

Yaşadıkları mağaralarda bulunan kalıntılardan bunların büyük hayvanları avladıkları, taş uçlu mızraklarıyla at, geyik ve bizon öldürdüklerini biliyoruz. Genelde gayet sert buzul ortamlarında, açık tundra benzeri alanlarda avlanırlardı. Hayatta kalmak toplumsal işbirliğine ve vahşi güçlerini mümkün olduğunca paylaşmaya bağlıydı. Yaşadıkları süre içinde çok önemli çevre değişiklikleri meydana gelmişti.

125 bin yıl kadar önce Avrupa'da ormanlar iyice genişleyince Neanderthaller, yiyecek ve barınak, giysi ve alet yapmak için yeni kaynaklar oluşturan yeni tür bitkilere ve hayvanlara uyum sağlamışlardı. Bütün olarak ele alındığında yüksek derecede başarılı ve gelişmesini bilen bir türdüler, insanların bildiği en güç çevre koşullarında yaşıyorlar, değişime uyum sağlıyorlardı ve daha da gelişerek çağdaş dünyaya geçmeye hazır görünüyorlardı. Peki, bu evrim sırasında ne gibi bir aksilik olmuştu?

Evrim açısından hiçbir aksilik olmamıştır. Olan şey, Neanderthaller'in avlandıkları alana yeni bir türün girmesi ve bunun yiyecek, mağara ve taş kaynakları konusunda onlardan üstün olmalarıdır. Ekolojinin bir kuralına göre iki farklı tür aynı "niş"! paylaşamaz. Ve Batı Asya'da 100 bin yıl, Avrupa'da 40 bin yıl önce olmaya başlayan şey de buydu. Yeni tür bizlerdik, yani Homo sapiens.

İlk Neanderthal kalıntıları 1856 yılında Dusseldorf yakınlarındaki Neander Vadisindeki bir mağarada bulundu. On dört parçadan oluşan bu kalıntılar Johann Cari Fuhlrott adlı bir öğretmen tarafından ortaya çıkarıldı ve Alman antropolog Hermann Schaffhausen tarafından tanımlandı.

Neanderthaller'in ayrıntılı bir ölü gömme uygulamalarının olduğu anlaşılmaktadır. Ölüler tek tek ya da grup halinde gömülmüştür. Gerek ölülerin belli bir biçimde yerleştirilmiş olması gerek yanlarına konan çeşitli eşya, Neanderthaller'in ölümden sonrasına ilişkin düşünceleri olduğunu göstermektedir.

Bazı yerlerde eksik ve sistemli bir biçimde kırılmış insan kemiklerinin bulunması ise yamyamlık uygulamasını akla getirmektedir. Yaşadıkları yerlerdeki yanık topraklar, yanmış çalı çırpı, odun kömürü ve kül izleri, hatta ısı etkisiyle parçalanmış taşlar, ateşin Neanderthaller tarafından sürekli olarak kullanıldığını belirtir.


(Solda) Fransa'daki son Neanderthaller (33 bin - 30 bin yıl önce) hayvan kemik ve dişlerinden süs takıları yapmaya başlamışlardı. Arcy sur Cure'den bir gerdanlık. (Sağda) İlk Neanderthal fosilleri bulunduğundan bu yana akademisyenler ve ressamlar onların neye benzediklerini canlandırmaya çalışmışlardır. Saç stili ve giysiler gibi pek çok şey ancak hayalgücüne dayanır. (Bir TV belgeselinden alınan bu görüntü bazıları için çok kaba olabilir.)
 
ESTERGON
Genel Moderator
Neanderthaller'e Ne Oldu? (2.Bölüm)

Neanderthaller'e Ne Oldu? (2.Bölüm)


NEANDERTHALLER'E KARŞI ÇAĞDAŞ İNSANLAR

Yaklaşık 130 bin yıl önce Afrika'da gelişen Homo sapiens grupları çok geçmeden Asya'ya ve Avrupa'ya dağılmaya başladılar. Böyle bir yolculuğa neden gerek gördükleri bilinmemekteyse de, 60 bin yıl kadar önce artık Güneydoğu Asya'ya uzanmışlar ve Avustralya'ya geçmişlerdi. Diğer gruplar 100 bin yıl önce İsrail'e yerleşmişler ve ölülerini Kafzeh ve Skhul mağaralarına gömüyorlardı.

Orada Neanderthaller'le karşılaşmış olabilirler de, olmayabilirler de. Neanderthaller 125 bin ve 63 bin yıl önce o bölgede yaşıyor idiyseler de, çağdaş insanlar geldiklerinde hâlâ orada mı oldukları, yoksa hep birden Avrupa'ya mı göçtükleri arkeologlarca bilinmemektedir.

Ancak çağdaş insanların 40 bin yıl önce Avrupa'ya girip sonra hızla batıya doğru yayılmalarıyla iki türün birbirlerinin varlıklarından haberdar olduklarından kuşku yoktur. Bazı Neanderthaller'in 33 bin yıl kadar önce Güneybatı Fransa'da kemik ve boynuzlardan takı yapmaya başlamaları dışında bunların birbirleriyle doğrudan temas ettiklerinin arkeolojik belirtilen yoktur. Bu onlar için yeni bir faaliyetti ama çağdaş insan kültürünün yerleşmiş bir parçasıydı.

Neanderthaller'in çağdaş insanları taklit ederek kendi tekniklerini kullanmaya ve kendi malzemelerim seçmeye başladıkları anlaşılmaktadır. Bundan kısa bir süre sonra İber yarımadası dışında Neanderthaller'in Avrupa'daki bütün izleri kaybolmaktadır. Aralarında bir savaş, cinayet ya da Avrupalıların Amerika'nın ve Avustralya'nın aborijinleriyle karşılaştıklarında meydana gelen soykırım gibi bir şeyin izine rastlanılmamıştır.

Ancak arkeolojik kayıtlardan çağdaş insanın Neanderthaller'inkine tıpatıp benzeyen bir hayat biçimleri olduğunu anlıyoruz. Onlar da büyük hayvanları avlıyorlar, hammadde olarak taşı kullanıyorlar, barınmak için mağaralarda yaşıyorlardı. Bir türün ötekisine yerini vermesi gerekiyordu.

Bu türün Neanderthaller olması belki de şaşırtıcıdır. Ne de olsa onlar binlerce yıldır Avrupa'daydılar ve gelmekte olan çağdaş insanların aksine sert ve soğuk çevreye uygun fizyonomileri vardı. Çağdaş insanların boyları ile kol ve bacakları Kutup benzeri çevreye değil ekvator bölgelerine daha uygundu. Ancak çağdaş insanların en az bir büyük üstünlükleri olmalıydı, bu da onların kültürleri olmuş olabilir ki, o da farklı bir zekânın ya da zihnin sonucudur.

Neanderthaller ile çağdaş insanların arasındaki en bariz fark ikincilerin sanatla uğraşmaları, heykelcikler oyup mağara duvarlarına resimler yapmalarıdır. Sanat, insanların sert çevrelere adapte olmalarında yardım ettiği için, bu onlara bir avantaj vermiş olabilir.

Örneğin sanat, hayvan davranışları gibi konularda bir bilgi deposu olarak -kabile ansiklopedisi- kullanılabilir ve sanata ilişkin törenlerde insanlar bir araya gelip Neanderthal toplumlarında hiç olmadığı biçimde birbirleriyle bilgi alışverişinde bulunabilirler. Ancak resimlerin çoğunun, Neanderthaller Avrupa sahnesinden çekildikten sonra yapıldığı anlaşılmaktadır.

Bu herhalde çağdaş insanların zihinlerindeki daha büyük yaratıcılığı yansıtmaktadır: Onlar av bulmada ve bitki toplamada daha ustaydılar, daha geniş kaynakları işleyecek aletler icat etmişlerdi ve çevreden, Neanderthaller'in yapabileceğinden daha yoğun bir düzeyde yararlanabiliyorlardı. Böylece çağdaş insan nüfusu arttıkça Neanderthaller insanların henüz erişemedikleri kuytu köşeler bulmak zorunda kalarak azalmışlardır.


(Solda) Lagar Velho Çocuğu, 24 bin yıl öncesinden kalmadır -son bilinen Neanderthal'den 4 bin yıl sonra- ancak Homo sapiens ile Neanderthal izleri taşıdığına inanılmaktadır. Kısa ve kalın bacaklar Neanderthal geçmişine işaret etmektedir. İki insan türü arasında birleşmenin kanıtı olabilir. Bazıları ise Lagar Velho Çocuğu'nun irice bir Homo sapiens çocuğu olduğunu iddia ederler. (Sağda) "Cebelitarık Adamı", ilk bulunan Neanderthaller'den biridir. Güney İberya, çağdaş insan Avrupa'ya yayıldıktan sonra Neanderthaller'in son sığınağı olduğundan artık onun son Neanderthaller'den biri olduğunu biliyoruz.

SON AŞAMA

İber yarımadası Avrupa'nın kuytu köşesi sayılmaz, ancak Neanderthaller varlıklarının son birkaç bin yılında buraya sığınmışlardır. Çağdaş insanın küresel seferini geçici olarak yarıda kesmesi ve İspanya ile Portekiz'e yalnızca 28 bin yıl önce girmesi gariptir.

Bazı antropologlar, Portekiz'de Lagar Velho'da bulunan 24 bin yıllık bir iskeletin kol ve bacak oranlarının Neanderthaller'e, kafatasının ise sapien'lere benzemesi nedeniyle çağdaş insanlarla Neanderthaller'in ilişki kurduklarını iddia ederler. Ancak giderek artan kanıtlar bunun irice bir genç oğlana ait olduğunu ve onun da tümüyle çağdaş bir insan olduğunu akla getirmektedir. Ancak aralarında bir ilişki olasılığı her zaman vardır ve bu da bazılarımızda bugün bile belirli Neanderthal genleri bulunması olasılığını akla getirmektedir.

Son Neanderthaller daha güneyde, en çok da Cebelitarık'ta bulunmuştur. Bunlar burada yalnızca hayvan avlamakla kalmamış, yemek için deniz kabukluları da toplamışlardır. Bulunan arkeolojik izler, çevredeki çağdaş insanların üstünlüğü nedeniyle sayılarını artıramayan küçük bir gruba ait olabilir. Ve grubun son üyesi de ölünce türün de sonu gelmiş, gezegenimizin tarihinde soyları tükenmiş milyonlara bir tanesi daha eklenmiştir.
 
ESTERGON
Genel Moderator
Mağara Resimlerinin Sırrı (1.Bölüm)

Mağara Resimlerinin Sırrı (1.Bölüm)



Zaman: 20 bin-10 bin yıl önce
Mekân: Batı Avrupa

Ey sen, sessiz şekil, sen de şaşırtma bizi
Sonsuzluk gibi.
JOHNKEATS, 1819

Jean-Marıe Chauvet ile iki arkadaşı 1994 yılının Aralık ayında Fransa'nın Ardeche Bölgesi'nde mağaralarda araştırma yapmaktaydılar. İnsanlığın ilk resimlerini bulmayı umuyorlardı ama o ana kadar fazla bir başarı elde edememişlerdi. Hepsi de Üst Paleolitik Dönemin (40 bin -10 bin yıl önce) görkemli yeraltı resimlerini ve Lascaux, Niaux ve diğer ünlü yerlerin resimlerini biliyorlardı. Ancak Ardeche Irmağı'nın üzerindeki tepenin derinliklerinde bulacakları şeye hiç de hazırlıklı değillerdi.

Bir yamacı tırmanınca küçük bir kaya çıkıntısına rastladılar. Arka tarafında bir moloz yığını vardı. Taşları dikkatle yoklayarak bir hava akımı aradılar.

Evet, bir hava akımı hissedebiliyorlardı. Heyecanla düşmüş taş ve toprağı kaldırınca tepenin derinliklerine inen dar bir tünel gördüler. Uzun uğraşlardan sonra geniş ve parıltılı bir yeraltı odasına indiler. Gözlerine ilk çarpan şey duvardaki kırmızı bir insan eli izi oldu: Biri çok ama çok uzun zaman önce o mağarada bulunmuştu.

Biraz ilerleyince at, aslan, bizon, suaygırı ve artık soyu tükenmiş olan tüylü mamut resimleriyle karşılaştılar. Bunlardan bir kısmı boyanmış, bir kısmı mağaranın çamur duvarlarına kazınmıştı. Karanlığı delen lambalarının ışığında mağara ayılarının iskeletleri, ateş yakılan ocaklar, meşalelerini duvarlara dayamış insanların bıraktıkları izler göründü. Araştırmacılar kendilerini kayıp ve belki de kutsal bir dünyaya tecavüz eden insanlar gibi hissediyorlardı.


(Solda) Rouffignac'ın resimlenmiş tavanından bir bölüm. Ortada Buzul Çağı'nda batı Avrupa'da yaşayan büyük bir mamut. Ayrıca büyük ve kıvrık boynuzlu bir tür dağ keçisi olan ibex. (Sağda) Gabillou Mağarası'nda (Dordogne, Fransa) bir "büyücü". Çizilen figürün boynuzları ve kuyruğu vardır ve dans eder gibidir. Ağzından çıkan çizginin, iki dört köşe biçimle birleşmesi Lascaux'da bulunanların eşidir.

CEVAPLANMAYAN SORULAR

Şimdiki adıyla Chauvet Mağarasının bulunması 20. yüzyılın en büyük arkeolojik keşiflerinden biriydi. Ancak pek çok arkeolojik keşif gibi bu da yanıtlaya-bileceğinden çok soru yaratmıştı.

Çıplak ayakizleri çamurda hâlâ belli olan bu insanlar bu karanlık yere ne zaman girmişlerdi? Resim yapmak için neden bu kadar derini seçmişlerdi? Bu esrarengiz yeraltı faaliyeti bugün "sanat" adım verdiğimiz şeyin kökeni miydi? Bu mağara resimleri ile Üst Paleolitik alanlardaki kazılarda çıkarılan küçük heykelcikler ve kemik, boynuz ve fildişi parçaları üzerine kazınmış figürlerle nasıl bir ilişki içindeydi? Bu sorular daha önce de sorulmuştu ama şimdi yeni bir aciliyet kazanmış oluyorlardı.

Chauvet resimlerinin yaşını saptamak nispeten kolaydı. Siyah boyadan alınan karbon örnekleri radyokarbon tarihleme yöntemiyle analiz edildi. Chauvet resimleri 720 yıl yanılma payı ile 32.410 yıl öncesine aitti. Çok gelişmiş resimler olmalarına rağmen bunlar bugüne kadar bulunmuş en eski resimlerdir.

Batı Avrupa'da Neanderthaller'in ardılları olan tam çağdaş insanın ilk görünmesine yakın yapılmışlardı. Bu nedenle yeni -ve şimdiye kadar yanıtlanmamış- bir soru daha çıkmıştı: "Sanat" uzun bir gelişme dönemi olmadan tam olarak biçimlenmiş ve gelişmiş olarak mı başlamıştı? Ve resimler neden derin mağaralarda yapılıyordu?

Mağara resimlerinin en güzel örneklerine daha çok Avrupa'da, özellikle de Kuzey ispanya ile Güney Fransa'nın dağlık kesimlerinde rastlanmakla birlikte, Türkiye sınırları içindeki en güzel mağara resmi, Antalya yakınlarındaki Katran Dağı'nda bulunan Öküzini Mağarası'nın girişindeki kazıma boğa resmidir.


(Solda) Mamut fildişinden yapılmış bu insan başı, bir başparmak boyundadır. Arkeolojik tekniklerin bugünkü kadar ciddi olmadığı 20. yüzyıl başlarında Brassempouy'da (Landes, Fransa) bir kazıda çıkmıştır. Sonuç olarak kesin yeri bilinmediği için günümüzde gerçekliği tartışmalıdır. (Sağda) Peche-Merle'deki (Lot, Fransa) bu doğal kaya formasyonu bir at başını akla getirmiş görünmektedir. Her iki at da bir insan elinin çevresine üflenen boyalarla oluşturulmuş insan ellerinin negatifleriyle çevrilidir. Sağdaki atta yapılan radyokarbon testi 24.600 yıllık olduğunu ortaya koymuştur.
 
ESTERGON
Genel Moderator
Mağara Resimlerinin Sırrı (2.Bölüm)

Mağara Resimlerinin Sırrı (2.Bölüm)



BÜYÜK "NEDEN?" SORUSU

Yüz yıl önce araştırmacılar o zaman bilinen birkaç Üst Paleolitik Dönem resminin "yalnızca" sanat sanat içindir ilkesine göre yapıldığını ve resim yapmanın kaya duvarlara rastgele çiziktirmeler yapmaktan doğan bir zaman geçirme aracı olduğunu iddia etmişlerdi. Ancak insanların kırsalda gördükleri hayvanları çizmek için öyle büyük güçlüklerle emekleyerek, sürünerek ve tırmanarak mağaralarına girdiklerini düşünmek güçtü.

Sonra "sanat sanat içindir" kavramının "basit" olup olmadığı da haklı olarak sorgulanmıştı. Gerçekten de pek çok sanat tarihçisi, "sanat sanat içindir" diye bir şey olduğuna inanmıyordu. Sanat her zaman toplumsal bir çerçeve içindeydi ve bir amaca yönelikti.

Bu tehlikeli yeraltı seferleri için bir açıklama gelmekte gecikmedi. Fransız araştırmacısı Salomon Reinach, bunun nedeninin "iyilikçi tılsım" olduğunu iddia etti. Ona göre insanlar avladıkları hayvanlar üzerinde üstünlük sağlamak için resim yapıyorlardı. Böyle bir faaliyetin esrara bürünmesi ve insanların yaşadıkları yerden uzakta yapılması mantıklıydı. Daha sonra aslan resimleri bulunduğunda zamanın önde gelen Fransız tarihçilerinden Abbe Henri Breuil, İnsanların bunları yırtıcı hayvanın gücünü kendilerine almak için yaptıklarını söyledi.

Araştırmacılar daha sonra, bu iyilikçi tılsım açıklamasının çok basit olduğunu hissetmeye başladılar. Bu tür açıklamalar, resimlerin çeşitliliğini açıklamıyordu ve çok farklı toplum türlerinde yaşayan insanlar arasındaki zayıf benzetmelere dayanıyordu. Ayrıca gün ışığına çıkmakta olan unsurları da açıklamamaktaydı. Örneğin, resimleri yapanların resmin çizgilerini tamamlamak için kayanın biçimini kullandıkları gerçeğinin bir açıklaması yoktu.

Abbe Henri Breuil'in eski bir öğrencisi olan Andre Leroi-Gourhan, 1960'lı yıllarda ortaya yepyeni bir açıklama attı. Bu antropolog Claude Levi-Strauss tarafından geliştirilen felsefi tutum olan yapısalcılığa dayanıyordu. Yapısalcılık, insan beyninin yapısı nedeniyle bütün insanların ikili zıtlıklarla düşündüklerini iddia eder. Böylece düşüncemizin temelinde kültür:doğa, sıcak:soğuk, aydınlık:karanlık, kutsal: kutsal olmayan, çiğ:pişmiş, vahşi:evcil, biz:eek:nlar ve erkek:dişi gibi zıtlıklar vardır.

Leroi-Gourhan bunlardan sonuncusu üzerinde durdu. Görüşlerini sade bir biçimde açıklamaya çalışırsak Leroi-Gourhan, Üst Paleolitik Dönem'in, bütün 20 bin yılı boyunca mağaraların erkek:dişi ilkesine göre düzenlenmiş organize sığınaklar olduğuna inanıyordu.

At gibi bazı hayvanlar "erkeklik", bizon ve Avrupa bizonu gibiler "dişilik" simgesiydi. "Dişi" türler mağaraların orta kısımlarında yer alırken "erkek" türler her yana dağılmışlardı. Aslan, ayı ve diğer tehlikeli hayvanlar ise mağaraların derinliklerinde bulunuyorlardı.

Araştırmacılar şimdiki kanıtların Leroi-Gour-han'ın bu iddiasını desteklemediğini iddia etmektedir: Resimler mağaralarda rastgele yerlere çizilmişlerdir. Sonuçta, Leroi-Gourhan da bu esrarı çözememiştir,


(Solda) Rouffignac'taki (Dordogne, Fransa) bu at başı, mağara duvarından çıkan bir çakmak taşı üzerine resmedilmiştir. Hayvanın gövdesinin geri kalanı duvarın içinde gizli ya da ardında imiş görüntüsü verilmiştir. (Sağda) Chauvet Mağarası'nda (Ardeche, Fransa) Aslan panosu. Mağara 1994'te keşfedilmiştir. Buradaki resimlerin 30 bin yıldan eski olduğu tespit edilmiştir. Mağara duvarının yumuşak yüzeyi resimlerin yapılabilmesi için düzeltilmiş ve yine kazıyarak bazı boyanmış ayrıntıların belirginleşmesi sağlanmıştır. Bu pano mağaranın derinlikli indedir.

RUHLAR DÜNYASI

Günümüzde, yine insan beyninin "devrelerine" dayanan ve sorunlu ikili zıtlıkları işin içine sokmayan bir açıklama daha vardır. Bu, dünyada avcılık ve toplayıcılık yapan toplumların çoğunda, farklı türlerine rağmen, şamanizm adı verilebilecek bir inanç sistemi bulunduğu gözlemine dayanır. Şamanist bir toplum katmanlı bir kozmosa inanır: İnsanların yaşadıkları katman, altında ve üstündeki ruhların yaşadıkları dünyalar.

Samanların görevi ruhlarla konuşabilmek, hastaları iyileştirmek, hayvanların hareketlerini kontrol edebilmek ve havayı değiştirmek için bu katmanlara geçmektir. Bu geçişi sağlamak için değişik bir bilinçlilik durumuna geçerler. Bu durumlar hafif uzaklaşmalardan, derin translara ve rüyalara kadar değişir. Bu farklı durumda kimi zaman kendilerine güç veren ve ruhsal dünyada rehberlik yapan bir hayvan-yardımcıyla ilişki kurarlar.

Şamanist açıklamaya göre, Üst Paleolitik Dönem'de mağaralar herhalde alt dünyaya giden yollar olarak görülüyordu. Bunlara fiziksel olarak girmek, değişik bir ruhsal duruma psikolojik girişten farksız görünmüş olabilir. O öteki dünyada şamanlar hayvan-yardımcı ruhlar arayacaklardı. Meşalelerinin titrek ışığında görerek ve dokunarak, onlar için kendileriyle ürkütücü ruh dünyası arasındaki "zar" olan duvarları yoklamışlardır.


Bir ruh-hayvan bulduklarına inandıklarında hayvanı zardan bu yana geçmesi için ikna etmişler, sonra da resim yapıcılar olarak hünerlerini kullanıp aslında bir görüntü olan şeyi kaya üzerinde "sabitleştirmiş"lerdir. Resim ile kaya arasındaki bu yakın ilişki, mağara duvarlarına çizilen pek çok resmin neden kaya yüzeyinin bir parçası olduğunu ya da neden kayadan çıkarmış gibi göründüğünü açıklar.

Diğer yandan bazı resimler o kadar büyük ve karmaşıktır ki, bunlar herhalde tek tek kişilerden çok gruplar tarafından yapılmış olabilir. O dönemde yaşayan insanlar bu gösterişli resimler karşısında, kendilerini mağaraların derinliklerinde bekleyen ve henüz ulaşamadıkları şeylere hazırlamış olabilirler.

Şamanizm, dinamik bir inanç ve ideoloji sistemiydi ve üstelik insanlar tarafından farklı toplumsal koşullar altında değiştirilebilirdi. Alt dünyaya girildiğine inanç gibi şeyler, herhalde Üst Paleolitik Dönem'de aynı kalmıştır, ancak binyıl devam ettikçe diğer unsurlar hiç kuşkusuz değişime uğramıştır.

Chauvet Mağarasının ve diğer yeraltı "galerilerinin ortaya attığı büyük soruların bazıları şamanist açıklamayla cevaplanmaktadır. Ama diğerleri, cevapsız kalmaya hâlâ devam etmektedir. Örneğin, bizon resminin anlamı atınkinden nasıl farklıdır?

Bir kemik parçasına yapılan at resmi ile yeraltındaki mağaraya çizilen at resmi farklı şeyler midir? Bunları bilemiyoruz. Keats'in, Yunan Vazosu şiirinde olduğu gibi sessiz görüntüler "bizi sonsuzluk gibi şaşırtmaktadır. Yine de Chauvet'de ve diğer resimli mağaralarda elimizi uzatıp ilk "gerçek insan"ın kayıp dünyasına -hemen hemen- dokunabiliriz.


Lascaux'da (Dordogne, Fransa) gayet süslü Axial Galeri. Tavana resmedilen atlar, Avrupa bizonları ve çeşitli işaretleri seyirciyi sarar gibidir.
 
ESTERGON
Genel Moderator
Sfenks Muamması (1.Bölüm)



Zaman: İÖ yaklaşık 2500
Mekân: Gize, Mısır

Tek sesli ama önce dört, sonra iki, sonra üç ayaklı, yeryüzünde ya da gökyüzünde ya da denizde bundan daha değişken bir şey yoktur. Bu şey ayakları üzerine kalktığında gücü en zayıf, yürüyüşü en yavaştır. SFENKS'İN OİDİPUS'A SORDUĞU BİLMECE.

Sfenksle en çok ilişkilendirilen bilmece, Yunan efsanesinde Oidipus'un çözdüğüdür. Ancak el-Gize'deki piramitlerin yanında duran ve kötü ruhlu Yunan sfenksinin uzaktan akrabası olan Büyük Sfenks'i saran muammaların sayısı Oidipus'a sorulan bilmeceyi çocuk oyuncağı bırakacak kadar çok daha fazladır. Sfenks ne zaman yapılmıştır? Kim, kimin için yapmıştır? İçinde ya da altında gizli odalar var mıdır? Bu soruların muhtemel cevapları, arkeoloji, eski tarih ve jeoloji karışımı içindedir.


(Solda) Gize'deki Vadi Tapınağı'nda yeralan Kefren heykeli. Bu firavun, büyük olasılıkla Sfenks'i yaratan kişidir. Sfenks'in başı yapılırken firavunun başı örnek alınmıştır. (Sağda) Sfenks'in Kefren piramidinin Vadi Tapınağı yanındaki yerini gösteren el-Gize krokisi.

SFENKS NEDİR?

Eski Yunanlılar sfenks kelimesinin "boğmak" (Sphingein) anlamına gelen kelimeden türetildiğini sanmışlarsa da, gerçek kökeninin Mısır dilindeki shesep ankh ("yaşayan görüntü") olması daha muhtemeldir. Bu deyim heykeller için ve zaman zaman da Büyük Sfenks için kullanılmıştır.

Mısır'da sfenksler genellikle aslan (güneş tanrıyla özdeşleşmiş bir simgedir) gövdeli ve çoğunlukla kraliyet başlığı giymiş insan başlı olarak yapılmıştır. Aslanın ve insanın birleşmesinin, kralın güneş tanrısı Ra ile birleşmesini simgelediği kabul edilmektedir. Mısır sfenksleri ile Yunan karşıtları arasındaki önemli bir fark, en eski Mısır sfenkslerinin hep erkek olmalarıdır. Orta Krallık döneminde ise ilk kanatlı sfenksler yapılmaya başlanmıştır.


(Solda) Sfenks'in pençeleri arasındaki Rüya Kitabesi. (Sağda) Sfenks'in çeşitli bölümlerindeki erozyon farklılıklarının, yontulduğu taş blokun çeşitli jeolojik katmanlarından kaynaklandığı anlaşılmıştır.

BÜYÜK SFENKS'İN TARİHÇESİ

Kefren piramitinin (İÖ yaklaşık 2500) geçidi yanında bulunan Büyük Sfenks 73 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğindedir. Taşocağından kalan bir kaya tepesinden yontulmuştur ve sık sık üzeri temizlenip açığa çıkarılmışsa da, genelde hemen hemen tümüyle kumlar altında kalmıştır.

Sfenksle aynı taştan yapılma, tamamlanmamış bir tapınak, 4. Hanedan zamanında (İÖ yaklaşık 2575-2465) anıtın önünde inşa edilmiştir. Bunun güneşin üç biçimi olan sabahları Khepri'ye, öğlenleri Re'ye, ve akşamları Atum'a tapınmak için yapıldığı anlaşılmaktadır. (Bu senaryo, yukarıda verilen Yunan mitolojisinin sfenks bilmecesinde anlatılan insanın üç çağına şaşırtıcı bir paralellik göstermektedir.)

Yeni Krallıkla Sfenks, belki de gömülü Sfenks'in ufuktan doğan dev bir hükümdarın başına benzediği için Horemakhet ("Ufuktaki Horus") ile özdeşleştirilmişti. Sfenksin üstünü örtmüş kumdan en ünlü temizlenişi, IV. Thutmosis (İÖ yaklaşık 1400) tarafından Sfenks'in tam önüne dikilen "Rüya Kitabesinde kayıtlıdır. Burada genç prense rüyasında, eğer Sfenks'i örten kumlardan kurtarırsa, bir sonraki kral olacağına söz verildiği yazılıdır.

Daha 18. Hanedan'dan başlayarak (İÖ yaklaşık 1550-1307), Sfenks kireçtaşı ile giydirilerek onarılmaya başlanmış ve ayakları arasına ayakta duran bir hükümdar heykeli eklenmişti. Son yıllarda, burnunu yüzyıllar önce kaybeden heykelin giderek yıkılması konusundaki kaygılar artmıştır.

Sfenks'in kayıp sakalının parçalan Giovanni Bat-tısta Caviglia ve daha sonraki kazıcılar tarafından toprak altından çıkarılmıştır. Sakalın parçalarından parçalar, British Museum ile Kahire'deki Mısır Müzesi'nde sergilenmektedir. Yakın zamanlarda erozyon ve yükselen yer suları bir sorun olmuştur ve bölge, bilimadamları tarafından heykelin çürümesinin nedenlerini tespit etmek üzere yakın bir ekolojik incelemeye alınmıştır.


(Solda) Halen büyük bir kısmı kumlara gömülü olan Sfenks, 18. yüzyıl sonlarında Napolyon'un Mısır seferine katılan ressamların taşbaskı çizimlerinde böyle resmedilmişti. (Sağda) Sfenks'in bilgisayarla tamamlanmış durumu. Yeni Krallık heykeli, Sfenks'in pençeleri arasında.
 
Üst